Çoğumuz Kemal Sunal'ın başrol oynadığı Kibar Feyzo filmini izlemişizdir. Sevdiğine kavuşmak isteyen ama kavuşamayan bir gencin köyün ağası ile mücadelesini anlatır. Ağa'ya başkaldıran, bunun için etrafını örgütleyen en sonunda da Ağa'yı öldüren bu genci hemen hemen herkes sevmiş ve taraf olmuştur. Aslında buradaki Ağa, dönemin sistemini temsil etmesine rağmen. Filmin sonunda gencin mahkemenin sonunda Hakime ve Halka sorduğu "Suç Kimde" sorusu herkesin belleğine kazınmıştır.
11 Eylül de ABD de Dünya Ticaret Merkezi kulelerine yapılan saldırı sonrası, bu eylem ulus devletlerin sonunu getirecek, hiç bir ülke kendi sınırları içinde güvende olmayacak. Sınır diye bişey kalmayacak demiştim. Zaman bunu gösterdi. İlerleyen zamanda bunu daha fazla yaşayacağız.
Yeryüzünde bir adil olanlar var birde adalet aradığını söyleyenler. Bunun anlamı şu; Demek ki, yeryüzünde gerçek bir adalet yok. Dünyaca konulmuş ve kabul görmüş hukuk kuralları yeterli değil. Adaletin olmadığı bir dünyada ise hiç kimse güvende değil.
Terörün nedenlerinin olmadığını düşünenlerdenim. Sadece terörün bahaneleri olabilir. En geçerli bahane ise sınıf sorunu. Kabul edilmeme, hor görülme, kötü yaşam koşulları, özgürlük alanlarının daraltılması, değerlere saygısızlık gibi düşünceler besleyen bir sınıfın mevcudiyeti. Bu sınıf sorununa tüm dünya ülkeleri ve entellektüelleri çözüm bulmak zorunda.
Terör bu sınıf sorununu iki büyük düşünce sistemi üzerinden örgütlemekte. İlki inançlar üzerinden, diğeri ise ırklar üzerinden.
Dünya üzerinde terör örgütü olarak kabul edilmiş en fazla inanç üzerinden örgütlenen terör grupları, üzülerek söylüyorum ki benimde müntesibi bulunduğum İslam inancı bahanesi ile örgütlenenler. Bunun nedenleri İslam coğrafyasının bilim, sanat ve ticarette dünyanın gerisinde kalması. İnanç ve bilim arasındaki dengenin tutturulamaması. Eğitimde başarısızlık. Kişi hak ve özgürlüklerinde yetersizlik. Kötü yönetimler. Aslolan ise tüm bunların gençler ve toplum üzerinde oluşturduğu ağır baskı.
Gördüğüm kadarıyla İslami kavramlar üzerinde yapılan manüplasyonlar bu gruplar için vazgeçilmez. Cihad, irşat, tebliğ, iyiliği emretme kötülükten sakındırma gibi.
Kuran ayetlerine ve peygamberimizin yaptığı savaşlar örneklendirilerek yapılan propaganda çok etkili, topluluklar üzerinde. Gözden kaçırdıkları, peygambere anlatması istenilen şeylerin anlatmasına izin verilmediği için son çare olarak savaş yolunu tercih etmiş olmasıdır. Oysa ki günümüzde tüm dünyada fikir hürriyeti ve fikrini açıklama hürriyeti kabul gören kurallardan. Herkes rahatlıkla fikirlerini anlatabilir.
Bir de bunların değirmenine su taşıyan dünyada yok değil. Ruslar Afganistan'ı işgal etmese El-kaide çıkar mıydı? ABD Irak'a girmeseydi IŞİD olur muydu? soruları var tabiki. Belki olurdu ama marjinal olarak kalırdı büyük ihtimal. Taban bulmaları bu kadar kolay olmazdı.
Diğer yoğun örgütlenme aracı olarak kullanılan ırklar üzerinden. Dünya üzerindeki Devletler çoğunluk itibari ile ulus devletler. Bu da devlet olmayan ırklar açısından büyük bir handikap. Aslında büyük ve güçlü devletlere baktığımızda farklı kimliklerin, ilkeler üzerinde bir ortaklık olduğunu görüyoruz. Amerika Birleşik Devletleri gibi. Burada aslolanın, üzerinde anlaşılan değerler olduğunu bilmek lazım. Hükümranlık üzerine kurulmuş birlikteliklerin her zaman terörüzm ve isyana açık olduğuda asla unutulmamalı.
Irksal örgütlenmelerin diğer bir motivasyon kaynakları, dil, din, ve kültürlerinin yaşatılması ile ilgili. Mesela İspanya'daki Bask bölgesi dillerini yaşatmak isteyen gençler tarafından örgütlenen ETA örgütü. İngiltere'de İrlanda'lıların dinsel daha doğrusu mezhepsel ve kültürel değerleri yaşatma için kurulan İRA örgütü örneklendirilebilir.
Demem O ki; Dünya çok küçüldü. Herkes ne kadar çit çekerse çeksin mega bir köyde yaşıyoruz. Yeryüzünde gerçek bir adaleti sağlamadan hiç bir toplum asla güvende değil. Gelişmiş, gelişmekte yada az gelişmiş ülke bile olsanız oturup politikalarınızı gözden geçirmelisiniz. Başta silahlanma, kişi hak ve hürriyetleri, insani gelişmişlik ve gelir dağılımı politikaları.
Bu konularda da en büyük görev aslında Birleşmiş Milletler'e düşüyor. Birleşmiş Milletlerin yapısının tekrar gözden geçirilmesi ve Dünya üzerinde daha etkin olmasını sağlamak zorundayız. Umarım bu gerçeklik çok gebç olmadan farkına varılır. Tüm Dünya olarak terörizmle birlikte mücadele edilmesi şart.
Tüm insanlığa ve ülkelere özellikle yöneticilere şu soruyu kendilerine sormaya çağırıyorum.
SUÇ KİMDE?
Huzur içinde kalın.
28 Kasım 2015 Cumartesi
28 Ekim 2015 Çarşamba
DEĞİŞTİRİN
Selam Dostlar;
Siyasi partiler yasası ve seçim sistemi Dünya standartlarının çok altında bir ülke burası. Adeta bu durum bir kadermiş gibi insanlarımız için. Eğitim kalitemizin de yerlerde sürünüyor olmasınında etkisi büyük tabiki bu standartlarda yasaların olması. Aynı zamanda siyaset kurumunun güven endeksinin çok kötü olmasının nedenlerinin başında.
Ne demek istiyorum?
Demokratik toplumlarda insanların, can, mal ve özgürlüklerini yaslar korur, koruması gerekir. Yasaları da, bizlerin vekil olarak tayin ettiklerimiz, Yasama organı yapar. Yasa yapmasını ve bizim hak ve özgürlüklerimizi korumasını beklediğimiz vekiller biz halktan değilde, kendi Genel Başkanlarından korkmaları bu siyasi partiler yasası ile mümkün. Buradan da anlıyoruz ki vekalet verdiklerimiz, asil olan biz halkın değil de, kendi ve yöneticilerinin ikballerini daha fazla düşünüyor olmaları ise kaçınılmaz sonuç. Ve davranışlarını da ona göre belirlemeleri çok doğal.
Madem bizleri koruması gereken yasalar korumuyor. Madem o yasaları yapmaları için vekil tayin ettiklerimiz üstlerine düşen görevi hakkıyla yerine getiremiyor. O halde yapılması gereken, asil olan bizlerin, bu işi daha etkin bir şekilde el koyması gerekir.
Peki bunu nasıl yapabiliriz?
Demokrasilerde asil olan halkın yapabilecekleri bu anlamda tabiki sınırlı. En büyük gücü seçimler ve seçme işlemlerini hakkıyla yerine getirmesi. Halk bu gücünü çok iyi ve akılcı kullanmak bu şartlarda zorunluluk. Bu siyasi artiler yasası ve seçim sistemi ile halkın gerçek iradesinin tam anlamıyla yansıması da mümkün görünmüyor.
O halde halk kendi haklarını ve özgürlüklerini nasıl koruyacak?
Bu önemli bir soru. Hak ve özgürlüklerimizi teminat altına almaları için vekil tayin edip, ellerine güç verdiklerimiz bunu yapmıyor. Bizlerde verdiğimiz bu gücü kontrollü ve denetleyerek verebiliriz.
Bunun için.yapabileceğimiz eylem, bizim gibi Demokrasisi oturmamış toplumlarda,bir siyasi partiyi 2 dönemden fazla tek başına iktidar vermemek olmalı.
Nedenlerini ise şöyle sıralamak mümkün;
1- Devletin tüm gücünü kontrol eden siyasi parti, belli bir dönem sonra kendisini devlet yerine koyarak gücünü pervasız bir şekilde kullanmaya başlıyor.
2- Kendisini denetlemekle görevli tüm kurum ve kurulları işlevsiz hale getirebiliyor. Hesap vermekten kaçıyor.
3- Bir devletin, devlet olmasının garantisi bürokrasisisdir. Her iktidara gelen siyasi parti bürokrasiyi eline geçirmeye çabalıyor. Böylece ülkenin geleceğinin teminatı olması gereken bürokrasi tam anlamıyla yerine oturamıyor.
4- Kamu kaynaklarını doğru kullanmamaya başlıyor. Daha vahimi bunları nasıl kullandığının hesabını da vermekten kaçınıyor.
Bunları çoğaltmak mümkün.
Bu sebeplerden ötürü görüşünüz, ideolojiniz, partiniz ne olursa olsun bu ülkeyi seviyorsanız, sizin adınıza güç kullanmasına izin verdiğiniz siyasileri 2 dönemden fazla yetkilendirmeyin, DEĞİŞTİRİN.
Değiştirin ki sizin gerçek gücünüzü anlasınlar.
Değiştirin ki asilin siz, onların sizlerin vekiliniz olduğunu unutmasınlar.
Değiştirin ki onların, sizlerin memurlarınız olduklarını, akıllarından çıkarmasınlar.
Güzel günlerde görüşmek temennilerimle:
Siyasi partiler yasası ve seçim sistemi Dünya standartlarının çok altında bir ülke burası. Adeta bu durum bir kadermiş gibi insanlarımız için. Eğitim kalitemizin de yerlerde sürünüyor olmasınında etkisi büyük tabiki bu standartlarda yasaların olması. Aynı zamanda siyaset kurumunun güven endeksinin çok kötü olmasının nedenlerinin başında.
Ne demek istiyorum?
Demokratik toplumlarda insanların, can, mal ve özgürlüklerini yaslar korur, koruması gerekir. Yasaları da, bizlerin vekil olarak tayin ettiklerimiz, Yasama organı yapar. Yasa yapmasını ve bizim hak ve özgürlüklerimizi korumasını beklediğimiz vekiller biz halktan değilde, kendi Genel Başkanlarından korkmaları bu siyasi partiler yasası ile mümkün. Buradan da anlıyoruz ki vekalet verdiklerimiz, asil olan biz halkın değil de, kendi ve yöneticilerinin ikballerini daha fazla düşünüyor olmaları ise kaçınılmaz sonuç. Ve davranışlarını da ona göre belirlemeleri çok doğal.
Madem bizleri koruması gereken yasalar korumuyor. Madem o yasaları yapmaları için vekil tayin ettiklerimiz üstlerine düşen görevi hakkıyla yerine getiremiyor. O halde yapılması gereken, asil olan bizlerin, bu işi daha etkin bir şekilde el koyması gerekir.
Peki bunu nasıl yapabiliriz?
Demokrasilerde asil olan halkın yapabilecekleri bu anlamda tabiki sınırlı. En büyük gücü seçimler ve seçme işlemlerini hakkıyla yerine getirmesi. Halk bu gücünü çok iyi ve akılcı kullanmak bu şartlarda zorunluluk. Bu siyasi artiler yasası ve seçim sistemi ile halkın gerçek iradesinin tam anlamıyla yansıması da mümkün görünmüyor.
O halde halk kendi haklarını ve özgürlüklerini nasıl koruyacak?
Bu önemli bir soru. Hak ve özgürlüklerimizi teminat altına almaları için vekil tayin edip, ellerine güç verdiklerimiz bunu yapmıyor. Bizlerde verdiğimiz bu gücü kontrollü ve denetleyerek verebiliriz.
Bunun için.yapabileceğimiz eylem, bizim gibi Demokrasisi oturmamış toplumlarda,bir siyasi partiyi 2 dönemden fazla tek başına iktidar vermemek olmalı.
Nedenlerini ise şöyle sıralamak mümkün;
1- Devletin tüm gücünü kontrol eden siyasi parti, belli bir dönem sonra kendisini devlet yerine koyarak gücünü pervasız bir şekilde kullanmaya başlıyor.
2- Kendisini denetlemekle görevli tüm kurum ve kurulları işlevsiz hale getirebiliyor. Hesap vermekten kaçıyor.
3- Bir devletin, devlet olmasının garantisi bürokrasisisdir. Her iktidara gelen siyasi parti bürokrasiyi eline geçirmeye çabalıyor. Böylece ülkenin geleceğinin teminatı olması gereken bürokrasi tam anlamıyla yerine oturamıyor.
4- Kamu kaynaklarını doğru kullanmamaya başlıyor. Daha vahimi bunları nasıl kullandığının hesabını da vermekten kaçınıyor.
Bunları çoğaltmak mümkün.
Bu sebeplerden ötürü görüşünüz, ideolojiniz, partiniz ne olursa olsun bu ülkeyi seviyorsanız, sizin adınıza güç kullanmasına izin verdiğiniz siyasileri 2 dönemden fazla yetkilendirmeyin, DEĞİŞTİRİN.
Değiştirin ki sizin gerçek gücünüzü anlasınlar.
Değiştirin ki asilin siz, onların sizlerin vekiliniz olduğunu unutmasınlar.
Değiştirin ki onların, sizlerin memurlarınız olduklarını, akıllarından çıkarmasınlar.
Güzel günlerde görüşmek temennilerimle:
14 Ekim 2015 Çarşamba
NE ÇOK ÖLDÜK
Bu yazımda sizlere, ölmek ve öldürmek eylemlerinin psikolojisini anlatmaya çalışacağım.
Bunun için tarihten, çok acı ölme ve öldürme örnekleri aktarmakla başlamak istiyorum.
1- Yıl 1553,Kanuni Sultan Süleyman, 60 yaşına yaklaşmış, epey yaşlanmıştı. Halk arasında iktidarını kaybetmiş olmalı ki, halk taze bir kan olarak gördükleri Şehzade Mustafa'nın Osmanlı tahtına geçmesi gerektiğini dillendirir olmuşlardı. Sultan Süleyman, kendi iktidarına tehdit gördüğü 38 yaşındaki oğlunu, değişik kışkırtmaları bahane ederek öldürtmüştür.
Öldürten bir baba, öldürülen bir evlat. Peki ne için?
Devletin bekası için diyenler olabilir. Bunun Devletin bekası ile bir ilgisinin olmadığı sonraki gelişmelerden daha rahat anlayabiliyoruz. Bu tamamen iktidarını kaybetmeme uğruna yapılmış bir öldürme eylemi.
Tarihte bu öldürme eylemi sadece Osmanlı hanedanına özgü bir olay da değil. Daha nice babanın evlada, evladın babaya kıydığı vaka var.
2- Yıl 1914. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Ferdinand ve eşi, Sırbistan'a ziyaret ediyorlar. Yapılan anlaşmalar gereği Osmanlı'dan kopan bazı Rumeli ülkeleri Avusturya-Macaristan'ın kontrolüne verilmiş. Bundan rahatsız olan Rumeli ülkeleri var. Bu ziyareti fırsat bilen genç Bosna'lılar örgütü mensubu 3 Sırp, 1 Boşnak genç bombalı bir eylem düzenliyor. Fakat bu suikasttan kurtuluyor prens ve eşi. Bu Sırp gençlerden biri akşam yemeği yediği Saraybosna'daki bir restorantın önünde prensi ve eşini görüyor ve silahını ateşliyor. Hem prens hemde eşi ölüyor.
Fazla sömürgesi olmamasına rağmen Almanya, ekonomik olarak, sanayi ve işgücünde, sömürgesi fazla olan İngiltere ve Fransa'ya yaklaşmış hatta geçmişti. Bu durumdan hem İngiltere hemde Fransa fazla rahatsızlık duyuyorlardı. Etki alanını artırmak isteyen Almanya Doğu komşusu Avusturya-Macaristan ile iyi ilişkiler içindeydi.
Almanları arkasında hisseden Avusturya-Macaristan, bu suikastı bahane ederek Sırbistana savaş açtı. Almanya'nın güçlenmesinden rahatsız olan İngiltere ve Fransa'ya Slavlar üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan Ruslar da eklendi. Almanlara karşı savaşa girişti. O zamana kadar Rumelideki topraklarını kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu, topraklarına yeniden kavuşma isteği ile Almanların yanında savaşa girişti. Böylece Dünya savaşı başlamış oldu.
Sonuç olarak, Almanya ve Osmanlılar savaşı kaybetti. 9 Milyon insan öldü. Bazı ülkeler parçalandı bazıları tarihe kavuştu. Yeni sömürgeye açılmış küçük devletçikler meydana geldi.
Ne için?
Küçük büyümesin. Hep biz mktedir kalalım iktidarımızı devam ettirelim anlayışı. Hakimiyet bizde olsun, biz ne istersek onu yapsınlar mantığı.
Bu savaşın sonunda bu acılar yaşanmasın diye Milletler Cemiyeti nin temelleri atıldı. Yani bu günün Birleşmiş Milletleri.
3- Yıl 31 Ağustos 1939. Almanya'nın, Polonya sınırında bir saldırı oluyor ve 2 Alman öldürülüyor. 1 Eylülde Hitler, o meşhur radyo konuşmasında Polonya'ya savaş açtığını ilan ediyordu. Fakat Alman halkına büyük bir yalan söylediği bilinmiyordu. Çünkü o saldırıyı bizzat Alman ordusu askerleri düzenlemişti. 1 Ay içinde Almanya, Polonya'yı tamamen işgal ediyor. Daha vahimi Alman askerlerine Polonya'lıların ne kadar kötü ruhlu, hilekar hatta Alman askerlerinin içtikleri suları zehirledikleri propagandası yapılıyordu ki, Alman askeri girdiği Polanya'da her türlü işkence ve eziyeti kinle yapıyorlardı.
Bu kadar kolay zafer elde eden Almanlar, özellikle Hitler'in, 1. Dünya savaşının intikamını alma ve savaş sonrası yapılan antlaşmaların onur kırıcı olduğu, bunu kırma taahütleri Alman halkında karşılık buluyordu. Ayrıca ekonomik olarak sıkıntıda olan halka Doğu sınırlarını genişletip yeni yaşam bölgeleri bulma, bu bölgelerde yaşayan Alman azınlıkların baskı altında olduğu şayiaları karşılıksız kalmıyordu. Bu savaşın orda kalmayacağının da işaretleriydi. Ve de kalmadı. İngiltere,Fransa,Rusya,ABD,Çin bir tarafta, Almanya,İtalya,Japonya diğer tarafta.
Savaşın sonucu, tam 60 Milyona yakın insan öldü.
Ne için?
Ruh sağlığı bozuk birinin, Dünyayı dize getirme ve intikam alma hırsı. Muktedir olanların iktidarlarını devam ettirme, etki alnalarını büyütme ihtirasları. Ekonomik olarak sömürme ve sömürgelerini artırma çabası.
Dünya tarihine baktığınızda, bunun örneklerini artırmak mümkün. Ama bu ölme ve öldürme amaçlarının hemen hemen hepsinin aynı olduğunu görmekde.
Ölme ve öldürmenin hayatımızın tam ortasına oturduğu şu günlerde, soruyorum
Ne için?
Devletlerin dostlukları yoktur, çıkarları vardır. Lafı ne kadar aptalca bir söz. Ne yani senin sınırında yaşayan insandır da, hemen yanbaşında yaşayan inan değil midir? Senin sınırlarında yaşayan insan, refah ve zengin yaşama hakkı vardır da yanıbaşındaki insan açlıktan ölmeli midir? Senin kontrol altında tuttuğun insan makbuldür de, diğerleri değil midir?
Ben de diyorum ki İnsanların ve toplumların çıkarları değil erdemleri vardır. Ve bunu mutlaka yaygınlaştırmamız lazım.
Hiç bir insan, etnisitesi, rengi, inancı ne olursa olsun birbirinden üstün değildir. Küçülen bu Dünyada yan komşun,yan mahallen, sınırının hemen yanı,okyanusun öbür yanı birbirinden ayrı değildir. Biz insalık olarak birbirimize asla kayıtsız kalamayız, yada kalmamaıyız.Muktedirlerin iktidarlarını sürdürmek için bizleri ayrıştırmasına ve çarpıştırmasına asla müsade etmemeliyiz.
Bu bağlamda Birleşmiş Milletlerin yeniden dizayn edilmesi, insalık için daha etkin hale gelmesi kesinlikle sağlanmalıdır. Bu dizayn sadece iktidar sahiplerinin bilek güreşi haline gelmesinin önüne geçmesi zaruridir. Buna biz insanlar ve toplumlar izin vermemeliyiz. Bunun içinde tüm insanlık olarak el birliği ve örgütlü bir şekilde çaba sarf etmemiz gerekir. İşte o zaman yaşanabilir bir Dünya kurabiliriz.
Artık hiç bir İnsan muktedirlerin, iktidarlarını devam ettirmeleri için ÖLMESİN.
Yurtta barış,Dünyada barışla kalın
Bunun için tarihten, çok acı ölme ve öldürme örnekleri aktarmakla başlamak istiyorum.
1- Yıl 1553,Kanuni Sultan Süleyman, 60 yaşına yaklaşmış, epey yaşlanmıştı. Halk arasında iktidarını kaybetmiş olmalı ki, halk taze bir kan olarak gördükleri Şehzade Mustafa'nın Osmanlı tahtına geçmesi gerektiğini dillendirir olmuşlardı. Sultan Süleyman, kendi iktidarına tehdit gördüğü 38 yaşındaki oğlunu, değişik kışkırtmaları bahane ederek öldürtmüştür.
Öldürten bir baba, öldürülen bir evlat. Peki ne için?
Devletin bekası için diyenler olabilir. Bunun Devletin bekası ile bir ilgisinin olmadığı sonraki gelişmelerden daha rahat anlayabiliyoruz. Bu tamamen iktidarını kaybetmeme uğruna yapılmış bir öldürme eylemi.
Tarihte bu öldürme eylemi sadece Osmanlı hanedanına özgü bir olay da değil. Daha nice babanın evlada, evladın babaya kıydığı vaka var.
2- Yıl 1914. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Ferdinand ve eşi, Sırbistan'a ziyaret ediyorlar. Yapılan anlaşmalar gereği Osmanlı'dan kopan bazı Rumeli ülkeleri Avusturya-Macaristan'ın kontrolüne verilmiş. Bundan rahatsız olan Rumeli ülkeleri var. Bu ziyareti fırsat bilen genç Bosna'lılar örgütü mensubu 3 Sırp, 1 Boşnak genç bombalı bir eylem düzenliyor. Fakat bu suikasttan kurtuluyor prens ve eşi. Bu Sırp gençlerden biri akşam yemeği yediği Saraybosna'daki bir restorantın önünde prensi ve eşini görüyor ve silahını ateşliyor. Hem prens hemde eşi ölüyor.
Fazla sömürgesi olmamasına rağmen Almanya, ekonomik olarak, sanayi ve işgücünde, sömürgesi fazla olan İngiltere ve Fransa'ya yaklaşmış hatta geçmişti. Bu durumdan hem İngiltere hemde Fransa fazla rahatsızlık duyuyorlardı. Etki alanını artırmak isteyen Almanya Doğu komşusu Avusturya-Macaristan ile iyi ilişkiler içindeydi.
Almanları arkasında hisseden Avusturya-Macaristan, bu suikastı bahane ederek Sırbistana savaş açtı. Almanya'nın güçlenmesinden rahatsız olan İngiltere ve Fransa'ya Slavlar üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan Ruslar da eklendi. Almanlara karşı savaşa girişti. O zamana kadar Rumelideki topraklarını kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu, topraklarına yeniden kavuşma isteği ile Almanların yanında savaşa girişti. Böylece Dünya savaşı başlamış oldu.
Sonuç olarak, Almanya ve Osmanlılar savaşı kaybetti. 9 Milyon insan öldü. Bazı ülkeler parçalandı bazıları tarihe kavuştu. Yeni sömürgeye açılmış küçük devletçikler meydana geldi.
Ne için?
Küçük büyümesin. Hep biz mktedir kalalım iktidarımızı devam ettirelim anlayışı. Hakimiyet bizde olsun, biz ne istersek onu yapsınlar mantığı.
Bu savaşın sonunda bu acılar yaşanmasın diye Milletler Cemiyeti nin temelleri atıldı. Yani bu günün Birleşmiş Milletleri.
3- Yıl 31 Ağustos 1939. Almanya'nın, Polonya sınırında bir saldırı oluyor ve 2 Alman öldürülüyor. 1 Eylülde Hitler, o meşhur radyo konuşmasında Polonya'ya savaş açtığını ilan ediyordu. Fakat Alman halkına büyük bir yalan söylediği bilinmiyordu. Çünkü o saldırıyı bizzat Alman ordusu askerleri düzenlemişti. 1 Ay içinde Almanya, Polonya'yı tamamen işgal ediyor. Daha vahimi Alman askerlerine Polonya'lıların ne kadar kötü ruhlu, hilekar hatta Alman askerlerinin içtikleri suları zehirledikleri propagandası yapılıyordu ki, Alman askeri girdiği Polanya'da her türlü işkence ve eziyeti kinle yapıyorlardı.
Bu kadar kolay zafer elde eden Almanlar, özellikle Hitler'in, 1. Dünya savaşının intikamını alma ve savaş sonrası yapılan antlaşmaların onur kırıcı olduğu, bunu kırma taahütleri Alman halkında karşılık buluyordu. Ayrıca ekonomik olarak sıkıntıda olan halka Doğu sınırlarını genişletip yeni yaşam bölgeleri bulma, bu bölgelerde yaşayan Alman azınlıkların baskı altında olduğu şayiaları karşılıksız kalmıyordu. Bu savaşın orda kalmayacağının da işaretleriydi. Ve de kalmadı. İngiltere,Fransa,Rusya,ABD,Çin bir tarafta, Almanya,İtalya,Japonya diğer tarafta.
Savaşın sonucu, tam 60 Milyona yakın insan öldü.
Ne için?
Ruh sağlığı bozuk birinin, Dünyayı dize getirme ve intikam alma hırsı. Muktedir olanların iktidarlarını devam ettirme, etki alnalarını büyütme ihtirasları. Ekonomik olarak sömürme ve sömürgelerini artırma çabası.
Dünya tarihine baktığınızda, bunun örneklerini artırmak mümkün. Ama bu ölme ve öldürme amaçlarının hemen hemen hepsinin aynı olduğunu görmekde.
Ölme ve öldürmenin hayatımızın tam ortasına oturduğu şu günlerde, soruyorum
Ne için?
Devletlerin dostlukları yoktur, çıkarları vardır. Lafı ne kadar aptalca bir söz. Ne yani senin sınırında yaşayan insandır da, hemen yanbaşında yaşayan inan değil midir? Senin sınırlarında yaşayan insan, refah ve zengin yaşama hakkı vardır da yanıbaşındaki insan açlıktan ölmeli midir? Senin kontrol altında tuttuğun insan makbuldür de, diğerleri değil midir?
Ben de diyorum ki İnsanların ve toplumların çıkarları değil erdemleri vardır. Ve bunu mutlaka yaygınlaştırmamız lazım.
Hiç bir insan, etnisitesi, rengi, inancı ne olursa olsun birbirinden üstün değildir. Küçülen bu Dünyada yan komşun,yan mahallen, sınırının hemen yanı,okyanusun öbür yanı birbirinden ayrı değildir. Biz insalık olarak birbirimize asla kayıtsız kalamayız, yada kalmamaıyız.Muktedirlerin iktidarlarını sürdürmek için bizleri ayrıştırmasına ve çarpıştırmasına asla müsade etmemeliyiz.
Bu bağlamda Birleşmiş Milletlerin yeniden dizayn edilmesi, insalık için daha etkin hale gelmesi kesinlikle sağlanmalıdır. Bu dizayn sadece iktidar sahiplerinin bilek güreşi haline gelmesinin önüne geçmesi zaruridir. Buna biz insanlar ve toplumlar izin vermemeliyiz. Bunun içinde tüm insanlık olarak el birliği ve örgütlü bir şekilde çaba sarf etmemiz gerekir. İşte o zaman yaşanabilir bir Dünya kurabiliriz.
Artık hiç bir İnsan muktedirlerin, iktidarlarını devam ettirmeleri için ÖLMESİN.
Yurtta barış,Dünyada barışla kalın
6 Ekim 2015 Salı
BU MÜCADELE BİTMEZ
Selam Arkadaşlar
Çok tez canlı bir milletiz. Bir düşüncemiz veya idealimiz varsa hemen olsun isteriz. Halbüki onun için vereceğimiz mücadelenin bize vereceği hazzı hiç düşünmeyiz. Ve de bize belki de biz yapacak mücadelenin de o olacağını ihmal ederiz.
Yeni bir Devlet kuruşumuzun üzerinden 90 yıldan daha fazla bir zaman geçti. Cumhuriyeti kurmak için,çeşitli cephelerde 15 seneden fazla savaşmak zorunda kaldık. Bu zaman içinde milyonlarca şehit verdik. Ne büyük fedakarlıklar ve feragat etmek zorunda kaldığımız mevzular oldu. Yani çok çetin bir mücadelenin sonucunda Cumhuriyeti kurabildik.
Mutlakiyetten Cumhuriyete geçerken verilen mücadele tüm dünyaya örnek oldu. Onca kayıplara rağmen bitti mi mücadele? Elbette bitmedi. Bir ayağı bitse de, diğer ayağı olan çağdaşlaşma mücadelesi henüz yeni başlamıştı.
Savaştan yeni çıkmış bir ülkenin ekonomik durumundan söz etmeye gerek yok. Zaten daha önceden de ne sanayileşme var nede doğru düzgün üretim. Okur-yazar oranını ise en fazla gösteren belge %11 olarak belirtmiş. İşte Cumhuriyetin başlangıcının ne büyük bir mücadele ile karşı karşıya kaldığının en güzel örnekleri.
Buna rağmen çağdaşlaşma mücadelesine başlıyor yeni Cumhuriyet. Bütün zorluklara rağmen. Çıkılan bu yolda 90 yılı aşkın bir zamanda kaç Cumhurbaşkanı, kaç Başbakan, kaç muktedir gelip geçiyor bu ülkeden. Kendi ikbali ile ülkenin ikbalini karıştıranlar olduğu gibi iyi niyetle çaba gösterenlerde mutlaka olmuştur.
Yeterli olmasada, bu zaman zarfında iyi yetişmiş bilim insanları, akademisyen, aydın, yazar ve sanatçılarda çıkarmışız. İyi iş insanları, ekonomistler de olmuş. Toplum için ve gelişim için ellerinden gelen mücadeleyi de verdikleri söylenebilir.
Zaman çağdaşlaşma için yeni bir bariyer getirdi Demokrasi. Demokrasiye ilk adımın atıldığı çok partili dönemin üzerinden de 70 yıl geçti. Buna rağmen ülkemiz, çağdaş bir Demokrasi hedefine henüz bile ulaşabilmiş değil.
Bunun nedeni Demokratik olması gereken kurumların üstlerine düşen görev ve sorumluluklarını yerine getirmemesi, bireysel çabalar olsa da toplumsal olarak yeterli çoğunluğu ulaşıp, mücadele edilmemesi olarak görüyorum.
Ülkemizde bu zamanların en çetin mücadelesinin tam anlamıyla çağdaş ve Demokratik olmak için verilmesi gereken mücadeledir.
Yani demem o ki; Şahıslar gelir geçer, seçimler gelir geçer, hükümetler gelir geçer. Ama huzurlu, adil ve güvende yaşama mücadelesi Demokrasisi oturmamış bizim gibi ülkelerde bitmez.Bitmeyecek.
Herşeyi çok çabuk olsun bitsin istemeyin. Mücadele etmenin hazzına varın. Çabukta pes etmeyin. DAHA MÜCADELE YENİ BAŞLIYOR.
Esen Kalın.
Çok tez canlı bir milletiz. Bir düşüncemiz veya idealimiz varsa hemen olsun isteriz. Halbüki onun için vereceğimiz mücadelenin bize vereceği hazzı hiç düşünmeyiz. Ve de bize belki de biz yapacak mücadelenin de o olacağını ihmal ederiz.
Yeni bir Devlet kuruşumuzun üzerinden 90 yıldan daha fazla bir zaman geçti. Cumhuriyeti kurmak için,çeşitli cephelerde 15 seneden fazla savaşmak zorunda kaldık. Bu zaman içinde milyonlarca şehit verdik. Ne büyük fedakarlıklar ve feragat etmek zorunda kaldığımız mevzular oldu. Yani çok çetin bir mücadelenin sonucunda Cumhuriyeti kurabildik.
Mutlakiyetten Cumhuriyete geçerken verilen mücadele tüm dünyaya örnek oldu. Onca kayıplara rağmen bitti mi mücadele? Elbette bitmedi. Bir ayağı bitse de, diğer ayağı olan çağdaşlaşma mücadelesi henüz yeni başlamıştı.
Savaştan yeni çıkmış bir ülkenin ekonomik durumundan söz etmeye gerek yok. Zaten daha önceden de ne sanayileşme var nede doğru düzgün üretim. Okur-yazar oranını ise en fazla gösteren belge %11 olarak belirtmiş. İşte Cumhuriyetin başlangıcının ne büyük bir mücadele ile karşı karşıya kaldığının en güzel örnekleri.
Buna rağmen çağdaşlaşma mücadelesine başlıyor yeni Cumhuriyet. Bütün zorluklara rağmen. Çıkılan bu yolda 90 yılı aşkın bir zamanda kaç Cumhurbaşkanı, kaç Başbakan, kaç muktedir gelip geçiyor bu ülkeden. Kendi ikbali ile ülkenin ikbalini karıştıranlar olduğu gibi iyi niyetle çaba gösterenlerde mutlaka olmuştur.
Yeterli olmasada, bu zaman zarfında iyi yetişmiş bilim insanları, akademisyen, aydın, yazar ve sanatçılarda çıkarmışız. İyi iş insanları, ekonomistler de olmuş. Toplum için ve gelişim için ellerinden gelen mücadeleyi de verdikleri söylenebilir.
Zaman çağdaşlaşma için yeni bir bariyer getirdi Demokrasi. Demokrasiye ilk adımın atıldığı çok partili dönemin üzerinden de 70 yıl geçti. Buna rağmen ülkemiz, çağdaş bir Demokrasi hedefine henüz bile ulaşabilmiş değil.
Bunun nedeni Demokratik olması gereken kurumların üstlerine düşen görev ve sorumluluklarını yerine getirmemesi, bireysel çabalar olsa da toplumsal olarak yeterli çoğunluğu ulaşıp, mücadele edilmemesi olarak görüyorum.
Ülkemizde bu zamanların en çetin mücadelesinin tam anlamıyla çağdaş ve Demokratik olmak için verilmesi gereken mücadeledir.
Yani demem o ki; Şahıslar gelir geçer, seçimler gelir geçer, hükümetler gelir geçer. Ama huzurlu, adil ve güvende yaşama mücadelesi Demokrasisi oturmamış bizim gibi ülkelerde bitmez.Bitmeyecek.
Herşeyi çok çabuk olsun bitsin istemeyin. Mücadele etmenin hazzına varın. Çabukta pes etmeyin. DAHA MÜCADELE YENİ BAŞLIYOR.
Esen Kalın.
18 Eylül 2015 Cuma
Ne Yani DÜŞMAN MIYIZ?
Selam Dostlar.
Epey uzun bir zamandır değişik nedenlerden ötürü buluşamadık. Tekrar sizlerle hasbi-hal etmenin mutluluğunu yaşıyorum.
Gündem o kadar yoğun ki,söylenecek epey bir söz birikti. Çok felaketlerde yaşadık.Bu vesile ile de, tüm şehitlerimizi şahit tutarak, Allah bizlere rahmet ve merhamet versin.
Bu gün sizlere bu konudan bahsetmeyeceğim. Bu konuyu daha önce yazmıştım,ileride yeniden yazabilirim. Bu gün sizlere,büyük bir kampanya ile yapılmaya çalışılan ama hiç birimizin bu tuzağa düşmemesi gereken ayrışma,düşmanlaştırma üzerine bir şeyler söyleyeceğim.
Soğuk savaş yıllarının taktiğidir,düşmanlaştırma yöntemi. Böylece kendi tarafındaki insanları, karşıda bir düşman göstererek.yaptığı yanlışların,hataların gözden kaçırılması,konuşulmaması amaçlanır. Zamanında çok tuttuğunu biliyoruz. İletişimin bu kadar arttığı çağda işe yaraması çok zor. Ama denenmekte. Ayrıca bizim gibi az gelişmiş toplumlarda az da olsa işe yaradığını görmek ise gerçekten acı.
Parmak izini bilirsiniz her insanda farklıdır. Fikirlerde aynı parmak izleri gibi her insanda farklıdır. Birbirine yakın düşünceler olsa da tüm düşüncelerin aynı olması imkansızdır. Bu farklılıklar bizleri düşman yapmaz. Hatta anlamaya çalışırsak, farklı düşünceler bizleri geliştirir,büyütür. Öğrenme de bundan oluşur.
Şimdi bu çerçevede değerlendirmeye hazırsanız tekrardan deneyelim.
1- Başkanlık sisteminin kötü bir sistem olduğunu düşünmüyorum. Ama İnsani Gelişmişlik endeksi,İnsan Hakları Evrensel bildirgesi, Demokrasi, Evrensel Hukuk normları baz alındığında Dünyanın gerisinde kalmışsanız, çocuklarınızı düzgün eğitemiyorsanız, Başkanlık sistemi sizi medeniyete değil diktatörlüğe götürme ihtimali yüksektir. Çünkü bunun örnekleri Ortadoğu ülkeleri,Çin.Rusya,Latin ülkelerinde mevcut.
Madem Başkanlık sistemi istiyorsunuz, o halde Demokrasinizi,Hukuk sisteminizi,Eğitiminizi uluslararası düzeye çekmekten başlayabilirsiniz. Yani bu şartlarda Başkanlık sistemi bizi çok geriye götürür
Ne yani,şimdi ben böyle düşünüyorum diye DÜŞMAN MIYIZ?
2- Terör sorunu ile Kürt sorununu birbirinden ayırmak zorundayız. İç içe geçen kısımlarını bırakın onlar kendi içlerinde halletsin.Terörle asla müzakere edilemez. Ederseniz terörü legalleştirmiş olursunuz. Eline hiç silah almamış Kürtlerin üstünde büyük bir baskı oluşturursunuz. Diye önceden uyarmıştık.
İster beğenin ister beğenmeyin. Bu ülkenin önüne,asla kaçırılmaması gereken müthiş bir fırsat geçti. Bu da Kürtlerin siyasi hareketi. Aynı zamanda Türkiyelileşmek istediklerini de beyan ettiler. Demokratik olmayan yüksek bir seçim barajını da aştılar. İşte size sorunun çözümünün meclise taşınması için büyük bir fırsat. Buyrun çözün demeli.
Yok onlar bizim tek başımıza iktidar olmamızın önündeki en büyük engel diyerek onları terörle aynı kefeye koymak hem büyük bir haksızlık,hem de büyük bir aptallık. Kürt siyasi hareketinin Türkiyelileşme projesine destek olunmalı,böylecede terörle arasına mesafe koymasını da sağlanabilir.Düşünsenize Kürt siyasi hareketi olarak başlamış bir hareketin içinde yarıdan fazla Tük de girmiş.Bu fayda mı sağlar zarar mı?
Ülkenin bekası açısından Ülke siyasetinde kesinlikle yer almalılar.
Ne yani böyle düşünüyorum diye DÜŞMAN MIYIZ?
3- 17 ve 25 Aralıkta, ayakkabı kutularında,yatak odalarındaki kasalarda,çikolata kutularında, milyon dolarlık hediyelik kol saatlerini, evde stoklanmış sıfırlanmaya çalışılan paraları,tüm dünya gibi hepimiz gördük. Ve bu davaların hakimini,savcısını,emniyet mensuplarının hepsi ya hapse atıldı,yada görevden uzaklaştırıldı. Daha vahimi bu davalardan yeniden yargılanma korkusu ile iktidardan gitmeme için nasıl bir mücadele verildiğini.Ülkeye nasıl bir yük olduğunu hepimiz takip ettik.
Siz ister bunlara inanırsınız ister inanmazsınız.Benim inanıp inanmamamın da bir önemi yok.Ama buna inana milyonlar var. hepsi bu ülkenin vatandaşı.O paralar onların ödediği vergiler. Bunlar gerçek mi değil mi diye sorgulamaları ve bunun gerçek olup olmadığını bilmek için yargılanmalarını istemelerinden doğal bir şey olamaz. Ayrıca ben de merak ediyorum
Ne yani şimdi ben bunu merak ediyorum diye DÜŞMAN MIYIZ?
Bu konuyu sonrada devam edebiliriz. Son söz olarak, her konuda aynı düşünmeyebiliriz.Bunun içinde farklı fikirler beyan edebiliriz.Sen benim gibi ben senin gibi düşünmeyebilirim. Hepimiz yaşadığımız dünyayı daha yaşanabilir hale nasıl getiririz diye farklı düşünebilir.Bu kötü değil tam tersine çok iyidir. Bize birbirimizi düşürüp düşmanlaştırmak isteyenlerin oyununa gelmemeye davet ediyorum
Farklı düşünebiliriz ama asla düşman değiliz.
Sevgilerimle
Epey uzun bir zamandır değişik nedenlerden ötürü buluşamadık. Tekrar sizlerle hasbi-hal etmenin mutluluğunu yaşıyorum.
Gündem o kadar yoğun ki,söylenecek epey bir söz birikti. Çok felaketlerde yaşadık.Bu vesile ile de, tüm şehitlerimizi şahit tutarak, Allah bizlere rahmet ve merhamet versin.
Bu gün sizlere bu konudan bahsetmeyeceğim. Bu konuyu daha önce yazmıştım,ileride yeniden yazabilirim. Bu gün sizlere,büyük bir kampanya ile yapılmaya çalışılan ama hiç birimizin bu tuzağa düşmemesi gereken ayrışma,düşmanlaştırma üzerine bir şeyler söyleyeceğim.
Soğuk savaş yıllarının taktiğidir,düşmanlaştırma yöntemi. Böylece kendi tarafındaki insanları, karşıda bir düşman göstererek.yaptığı yanlışların,hataların gözden kaçırılması,konuşulmaması amaçlanır. Zamanında çok tuttuğunu biliyoruz. İletişimin bu kadar arttığı çağda işe yaraması çok zor. Ama denenmekte. Ayrıca bizim gibi az gelişmiş toplumlarda az da olsa işe yaradığını görmek ise gerçekten acı.
Parmak izini bilirsiniz her insanda farklıdır. Fikirlerde aynı parmak izleri gibi her insanda farklıdır. Birbirine yakın düşünceler olsa da tüm düşüncelerin aynı olması imkansızdır. Bu farklılıklar bizleri düşman yapmaz. Hatta anlamaya çalışırsak, farklı düşünceler bizleri geliştirir,büyütür. Öğrenme de bundan oluşur.
Şimdi bu çerçevede değerlendirmeye hazırsanız tekrardan deneyelim.
1- Başkanlık sisteminin kötü bir sistem olduğunu düşünmüyorum. Ama İnsani Gelişmişlik endeksi,İnsan Hakları Evrensel bildirgesi, Demokrasi, Evrensel Hukuk normları baz alındığında Dünyanın gerisinde kalmışsanız, çocuklarınızı düzgün eğitemiyorsanız, Başkanlık sistemi sizi medeniyete değil diktatörlüğe götürme ihtimali yüksektir. Çünkü bunun örnekleri Ortadoğu ülkeleri,Çin.Rusya,Latin ülkelerinde mevcut.
Madem Başkanlık sistemi istiyorsunuz, o halde Demokrasinizi,Hukuk sisteminizi,Eğitiminizi uluslararası düzeye çekmekten başlayabilirsiniz. Yani bu şartlarda Başkanlık sistemi bizi çok geriye götürür
Ne yani,şimdi ben böyle düşünüyorum diye DÜŞMAN MIYIZ?
2- Terör sorunu ile Kürt sorununu birbirinden ayırmak zorundayız. İç içe geçen kısımlarını bırakın onlar kendi içlerinde halletsin.Terörle asla müzakere edilemez. Ederseniz terörü legalleştirmiş olursunuz. Eline hiç silah almamış Kürtlerin üstünde büyük bir baskı oluşturursunuz. Diye önceden uyarmıştık.
İster beğenin ister beğenmeyin. Bu ülkenin önüne,asla kaçırılmaması gereken müthiş bir fırsat geçti. Bu da Kürtlerin siyasi hareketi. Aynı zamanda Türkiyelileşmek istediklerini de beyan ettiler. Demokratik olmayan yüksek bir seçim barajını da aştılar. İşte size sorunun çözümünün meclise taşınması için büyük bir fırsat. Buyrun çözün demeli.
Yok onlar bizim tek başımıza iktidar olmamızın önündeki en büyük engel diyerek onları terörle aynı kefeye koymak hem büyük bir haksızlık,hem de büyük bir aptallık. Kürt siyasi hareketinin Türkiyelileşme projesine destek olunmalı,böylecede terörle arasına mesafe koymasını da sağlanabilir.Düşünsenize Kürt siyasi hareketi olarak başlamış bir hareketin içinde yarıdan fazla Tük de girmiş.Bu fayda mı sağlar zarar mı?
Ülkenin bekası açısından Ülke siyasetinde kesinlikle yer almalılar.
Ne yani böyle düşünüyorum diye DÜŞMAN MIYIZ?
3- 17 ve 25 Aralıkta, ayakkabı kutularında,yatak odalarındaki kasalarda,çikolata kutularında, milyon dolarlık hediyelik kol saatlerini, evde stoklanmış sıfırlanmaya çalışılan paraları,tüm dünya gibi hepimiz gördük. Ve bu davaların hakimini,savcısını,emniyet mensuplarının hepsi ya hapse atıldı,yada görevden uzaklaştırıldı. Daha vahimi bu davalardan yeniden yargılanma korkusu ile iktidardan gitmeme için nasıl bir mücadele verildiğini.Ülkeye nasıl bir yük olduğunu hepimiz takip ettik.
Siz ister bunlara inanırsınız ister inanmazsınız.Benim inanıp inanmamamın da bir önemi yok.Ama buna inana milyonlar var. hepsi bu ülkenin vatandaşı.O paralar onların ödediği vergiler. Bunlar gerçek mi değil mi diye sorgulamaları ve bunun gerçek olup olmadığını bilmek için yargılanmalarını istemelerinden doğal bir şey olamaz. Ayrıca ben de merak ediyorum
Ne yani şimdi ben bunu merak ediyorum diye DÜŞMAN MIYIZ?
Bu konuyu sonrada devam edebiliriz. Son söz olarak, her konuda aynı düşünmeyebiliriz.Bunun içinde farklı fikirler beyan edebiliriz.Sen benim gibi ben senin gibi düşünmeyebilirim. Hepimiz yaşadığımız dünyayı daha yaşanabilir hale nasıl getiririz diye farklı düşünebilir.Bu kötü değil tam tersine çok iyidir. Bize birbirimizi düşürüp düşmanlaştırmak isteyenlerin oyununa gelmemeye davet ediyorum
Farklı düşünebiliriz ama asla düşman değiliz.
Sevgilerimle
15 Temmuz 2015 Çarşamba
Bir Köyü Olmalı İnsanın
Çoğu insan gibi, zannedersem hiç birimiz içinde bulunduğumuz durumun çok farkında olamıyoruz. Aynı zamanda da nerede durmamız gerektiğinin.
Bir Köyü olmalı İnsanın.
Ama Köy gibi bir köy. Dışarıda ne zaman nefesinin kesildiğini, boğulduğunu hissettiğin zaman kaçabileceğin. Ciğerlerine tertemiz havasını içine çekebileceğin bir Köy.
Bir Köyü olmalı insanın.
Bütün dünyanın üstüne geldiğini düşündüğün zaman,bir tepeye çıkıp bağırabileceğin. O büyük sandıklarının ne kadar küçük kaldığını görebileceğin bir köy.
Bir Köyü olmalı insanın.
Omuzlarında taşıyamadığın sorumluluk ateşinin harareti sarmışsa tüm bedenini. Bir çeşme başına gidip, kurnasına eğilip buz gibi suyundan kana kana içebileceğin bir köy.
Bir Köyü olmalı insanın.
Kaçtığın ne varsa, tüm masumiyetinle elleri öpülesi Ana Baba kucağına sığınabileceğin. Amcası,halası,teyzesi,dayısını saymıyorum bile. Bir nasılsın deyişleri, iyiyim diye geri dönüşlerinin tüm dertlerine derman olduğu bir köy.
Bir Köyü olmalı insanın.
Çocuklukta sokaklarında koşuşturduğun. Bahçelerinde elma ,erik aşırdığın arkadaşların varsa, köy kahvesinde geçmişi yadettiğin. Yorgunluk falan kalmaz. Yeni koşuşturmalarına hayatın hazırsındır.
Bir Köyü olmalı insanın.
Olmasın varsın başınızda mermerden bir taş. Köyün yağmur sularında yıkayıp, bir çınar ağacının altında yatacak olmanın verdiği huzur ve güven. Gelecekle ilgili tüm kaygıları alır götürür.
Bir Köyü olmalı insanın.
Kocaman bir aile gibi. Sevinçlerini de, hüzünlerini de birlikte paylaşabileceğin.
Varsa şayet bir köyünüz, ve farkında değilseniz bunların bence tekrar bir düşünün. Kıymetini bilin çok geç kalmadan gidin. Daha iyi anlayacaksınız. Eskilerin sılayı rahim dedikleri aslında kendinize iyi gelen şeyleri deneyimleyeceksiniz.
VE YOLCULUK BAŞLASIN
İyi Bayramlar.
Bir Köyü olmalı İnsanın.
Ama Köy gibi bir köy. Dışarıda ne zaman nefesinin kesildiğini, boğulduğunu hissettiğin zaman kaçabileceğin. Ciğerlerine tertemiz havasını içine çekebileceğin bir Köy.
Bir Köyü olmalı insanın.
Bütün dünyanın üstüne geldiğini düşündüğün zaman,bir tepeye çıkıp bağırabileceğin. O büyük sandıklarının ne kadar küçük kaldığını görebileceğin bir köy.
Bir Köyü olmalı insanın.
Omuzlarında taşıyamadığın sorumluluk ateşinin harareti sarmışsa tüm bedenini. Bir çeşme başına gidip, kurnasına eğilip buz gibi suyundan kana kana içebileceğin bir köy.
Bir Köyü olmalı insanın.
Kaçtığın ne varsa, tüm masumiyetinle elleri öpülesi Ana Baba kucağına sığınabileceğin. Amcası,halası,teyzesi,dayısını saymıyorum bile. Bir nasılsın deyişleri, iyiyim diye geri dönüşlerinin tüm dertlerine derman olduğu bir köy.
Bir Köyü olmalı insanın.
Çocuklukta sokaklarında koşuşturduğun. Bahçelerinde elma ,erik aşırdığın arkadaşların varsa, köy kahvesinde geçmişi yadettiğin. Yorgunluk falan kalmaz. Yeni koşuşturmalarına hayatın hazırsındır.
Bir Köyü olmalı insanın.
Olmasın varsın başınızda mermerden bir taş. Köyün yağmur sularında yıkayıp, bir çınar ağacının altında yatacak olmanın verdiği huzur ve güven. Gelecekle ilgili tüm kaygıları alır götürür.
Bir Köyü olmalı insanın.
Kocaman bir aile gibi. Sevinçlerini de, hüzünlerini de birlikte paylaşabileceğin.
Varsa şayet bir köyünüz, ve farkında değilseniz bunların bence tekrar bir düşünün. Kıymetini bilin çok geç kalmadan gidin. Daha iyi anlayacaksınız. Eskilerin sılayı rahim dedikleri aslında kendinize iyi gelen şeyleri deneyimleyeceksiniz.
VE YOLCULUK BAŞLASIN
İyi Bayramlar.
8 Temmuz 2015 Çarşamba
SURİYE'DE SAVAŞMAK ve DIŞ POLİTİKA
Bir süredir Türkiye'nin, Suriye'ye gireceği ve oradaki savaşa dahil olacağı ile ilgili haberler okuyoruz. Türk ordusunun Suriye sınırına asker yığması da bunun bir göstergesi. Peki niçin? Yani bu savaşa dahil olmaktaki amaç ne ?
Bu konudaki düşüncelerim şunlar:
Ortadoğuda sınırların yeniden çizilmesi ve yeni bir denge kurulması söz konusu. Bu yeni oyunda Türkiye, sınırında olmasına rağmen maalesef oyunun hiç bir parçasında söz sahibi değil. Türkiye'nin bu oyuna dahil olmak istemesi.
Türkiye'nin Suriye sınırında yeni bir Kürt bölgesi kurulması söz konusu. Türkiye buna karşı imiş gibi hamle yapıp etkinlik alanını genişletme düşüncesinde.
Diğer düşüncem ise iç siyasete mesaj verme kaygısı. Bakın biz hala orada etkiniz deme gayreti.
Peki bu strateji ne kadar gerçekçi? Uygulama alanı var mı? Ortadoğuda oyun kurucular arasına dahil olabilir miyiz?
Bu soruların cevabı için biraz geriye gidip zihnimizi tazelemekte yarar var.
Tarih 2003, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Irak'a müdahale etme kararı aldı. Hedef diktatör ilan ettikleri Saddam Hüseyin'i devirmek, Irak'a Demokrasi getirmek olarak açıkladı. Müttefiki olarakta Türkiye'den destek talep etti. O günleri hatırlıyorsunuzdur. Türkiye Büyük Millet Meclisine bir tezkere sevkedildi. Fakat Hükümetin tüm çabalarına rağmen Meclisten tezkere geçmedi. Yani ABD ye destek çıkmadı.
ABD büyük bir tepki vermemesine rağmen Türkiye'ye çok kızdı ve üstünü çizdi. Türk askerinin başına çuval geçirme hadisesini hatırlamayan yoktur. Ve ABD kendine yeni bir müttefik buldu. Kuzey Irak'ta yaşayan Kürtler. Bu müttefiklikten sonra ABD Türkiye'nin hiç bir talebini kulak asmadı. Bu kırılmışlık ta hiç bir zaman tamir olmadı.
Zannedersem şu anda içinde bulunduğumuz durumu daha iyi anlamaya başlamışsınızdır. Demem o ki uluslararası dengelerde ve Ortadoğunun yeniden şekillendirilmesinde devre dışı kalışımızın başlangıç tarihidir o tarih.
Kötü mü oldu, yani tezkerenin geçmesi mi gerekiyordu? sorularını soranlar olduğunu düşünüyorum.
O tarihte bu sorulara verdiğim cevap; Şayet Irak'a girilecekse bu ABD ye destek için değil, ABD ye rağmen girilmelidir. olmuştu. Bu fırsatta Türkiye'nin önüne kaç defa da gelmişti. Hatırlayalım, TSK kaç kez bu bizim kırmızı çizgimizdir, dediği o kadar çok olay yaşandı ki hepsini yemek zorunda kaldı. O vakit yürekli davranılmadığı ve gelecek iyi okunmadığı için belki bugün sınırımızdaki olayları dışardan seyretmek zorunda kalıyoruz.
Haksızlık etmeyeyim,şimdi Suriye ile ilgili bazı adımlar atmaya çalışıyor hükümet ama bu adımların çoğu ya uluslararası suçlar yada aleyhimize kullanılabilecek adımlar. Oyuna dahil olmak istiyoruz ama hep oyun kuralları dışında.
O dönem Irak'ta yapamadığını şimdi Suriye'de denemek istediklerini pek sanmıyorum. Zaten bu çok akılcı bir dış politikada olmaz. Çünkü atı alan Üsküdar'ı çoktan geçti. O bölgede öyle yada böyle yeni bir denge oluştu. Maalesef geri dönüşü mümkün görünmüyor. Görünse bile çok pahalıya malolacak bir geri dönüş olur bu.
ABD'ye rağmen Irak'a girme düşüncemin arkasında mıyım bugün sorusuna ise hem evet hem hayır diye cevap verebilirim.
Evet çünkü, komşularımız Irak ve Suriye'nin içinde bulunduğu siyasi istikrarasızlığın önüne geçilebilirdi belki. Binlerce masum ölmeyebilirdi. Bölgede İŞİD gibi bir terör örgütünün yerleşmesinin önüne geçilebilirdi. Ve milyonlarca insanın evinden yurdundan göç edip ülkemize gelmesinin önüne de geçilebilirdi.
Hayır çünkü, bu süreçte görüldü ki bizim ülkemizin Demokrasisi sanıldığı gibi çok oturmamış. Kendi içerisinde Demokrasisini oturtamamış bir ülke komşusu da olsa faydadan çok zarar getirebilir. İçte ve dışta güven be meşruiyet sorunu olan bir iktidarın gireceği topraklardaki insanlara nasıl bir güven vereceği çok muallakta bir konu.
Bitiriken şunları söylemeliyim. Dış ilişkilerin düzgün olmasını istiyorsan iç işlerinin yolunda olması gerektiğinin bilinmesi şart. Bunun içinde Demokrasi olmazsa olmaz kural. İşleyen bir Demokrasi ve adil ve ulusrarası sözleşmelere uyan bir hukuk sistemi hem içerde ve hem dışarda imajımızı düzeltmenin tek çözümü.
Ve Atatürk' ün "Yurtta sulh,cihanda sulh" sözü şiarımız olsun sözü ile bitireyim.
Esen Kalın
Bu konudaki düşüncelerim şunlar:
Ortadoğuda sınırların yeniden çizilmesi ve yeni bir denge kurulması söz konusu. Bu yeni oyunda Türkiye, sınırında olmasına rağmen maalesef oyunun hiç bir parçasında söz sahibi değil. Türkiye'nin bu oyuna dahil olmak istemesi.
Türkiye'nin Suriye sınırında yeni bir Kürt bölgesi kurulması söz konusu. Türkiye buna karşı imiş gibi hamle yapıp etkinlik alanını genişletme düşüncesinde.
Diğer düşüncem ise iç siyasete mesaj verme kaygısı. Bakın biz hala orada etkiniz deme gayreti.
Peki bu strateji ne kadar gerçekçi? Uygulama alanı var mı? Ortadoğuda oyun kurucular arasına dahil olabilir miyiz?
Bu soruların cevabı için biraz geriye gidip zihnimizi tazelemekte yarar var.
Tarih 2003, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Irak'a müdahale etme kararı aldı. Hedef diktatör ilan ettikleri Saddam Hüseyin'i devirmek, Irak'a Demokrasi getirmek olarak açıkladı. Müttefiki olarakta Türkiye'den destek talep etti. O günleri hatırlıyorsunuzdur. Türkiye Büyük Millet Meclisine bir tezkere sevkedildi. Fakat Hükümetin tüm çabalarına rağmen Meclisten tezkere geçmedi. Yani ABD ye destek çıkmadı.
ABD büyük bir tepki vermemesine rağmen Türkiye'ye çok kızdı ve üstünü çizdi. Türk askerinin başına çuval geçirme hadisesini hatırlamayan yoktur. Ve ABD kendine yeni bir müttefik buldu. Kuzey Irak'ta yaşayan Kürtler. Bu müttefiklikten sonra ABD Türkiye'nin hiç bir talebini kulak asmadı. Bu kırılmışlık ta hiç bir zaman tamir olmadı.
Zannedersem şu anda içinde bulunduğumuz durumu daha iyi anlamaya başlamışsınızdır. Demem o ki uluslararası dengelerde ve Ortadoğunun yeniden şekillendirilmesinde devre dışı kalışımızın başlangıç tarihidir o tarih.
Kötü mü oldu, yani tezkerenin geçmesi mi gerekiyordu? sorularını soranlar olduğunu düşünüyorum.
O tarihte bu sorulara verdiğim cevap; Şayet Irak'a girilecekse bu ABD ye destek için değil, ABD ye rağmen girilmelidir. olmuştu. Bu fırsatta Türkiye'nin önüne kaç defa da gelmişti. Hatırlayalım, TSK kaç kez bu bizim kırmızı çizgimizdir, dediği o kadar çok olay yaşandı ki hepsini yemek zorunda kaldı. O vakit yürekli davranılmadığı ve gelecek iyi okunmadığı için belki bugün sınırımızdaki olayları dışardan seyretmek zorunda kalıyoruz.
Haksızlık etmeyeyim,şimdi Suriye ile ilgili bazı adımlar atmaya çalışıyor hükümet ama bu adımların çoğu ya uluslararası suçlar yada aleyhimize kullanılabilecek adımlar. Oyuna dahil olmak istiyoruz ama hep oyun kuralları dışında.
O dönem Irak'ta yapamadığını şimdi Suriye'de denemek istediklerini pek sanmıyorum. Zaten bu çok akılcı bir dış politikada olmaz. Çünkü atı alan Üsküdar'ı çoktan geçti. O bölgede öyle yada böyle yeni bir denge oluştu. Maalesef geri dönüşü mümkün görünmüyor. Görünse bile çok pahalıya malolacak bir geri dönüş olur bu.
ABD'ye rağmen Irak'a girme düşüncemin arkasında mıyım bugün sorusuna ise hem evet hem hayır diye cevap verebilirim.
Evet çünkü, komşularımız Irak ve Suriye'nin içinde bulunduğu siyasi istikrarasızlığın önüne geçilebilirdi belki. Binlerce masum ölmeyebilirdi. Bölgede İŞİD gibi bir terör örgütünün yerleşmesinin önüne geçilebilirdi. Ve milyonlarca insanın evinden yurdundan göç edip ülkemize gelmesinin önüne de geçilebilirdi.
Hayır çünkü, bu süreçte görüldü ki bizim ülkemizin Demokrasisi sanıldığı gibi çok oturmamış. Kendi içerisinde Demokrasisini oturtamamış bir ülke komşusu da olsa faydadan çok zarar getirebilir. İçte ve dışta güven be meşruiyet sorunu olan bir iktidarın gireceği topraklardaki insanlara nasıl bir güven vereceği çok muallakta bir konu.
Bitiriken şunları söylemeliyim. Dış ilişkilerin düzgün olmasını istiyorsan iç işlerinin yolunda olması gerektiğinin bilinmesi şart. Bunun içinde Demokrasi olmazsa olmaz kural. İşleyen bir Demokrasi ve adil ve ulusrarası sözleşmelere uyan bir hukuk sistemi hem içerde ve hem dışarda imajımızı düzeltmenin tek çözümü.
Ve Atatürk' ün "Yurtta sulh,cihanda sulh" sözü şiarımız olsun sözü ile bitireyim.
Esen Kalın
27 Haziran 2015 Cumartesi
HDP İKTİDARA
Selam Dostlar:
7 Haziran seçimleri geride kaldı. Beğenen,beğenmeyen,sevinenler,üzülenlerle birlikte milletimiz bir karar verdi. Yeni bir meclis aritmatiği ortaya koydu. Kim yönetmek istiyorsa oturup konuşsun, uzlaşsın şartını dikte etti.
Bu meclis aritmatiğinin içinden nasıl bir iktidar çıkabilir,epey uzun bir zamandır memlekette bu konuşuluyor. Herkes fikir beyan ediyor. Bende kendi fikrimi, nedenleri ile yazmaya çalışacağım. Hatta şaşırabilirsiniz de. Ben bu meclis aritmatiğinin içinde ülkenin tarihi bir fırsat yakaladığını düşünüyorum. Bu fırsatın da Hdp nin mutlaka önümüzde kurulacak olan hükümette yer alması gerekliliği.
Durun hemen karşı çıkmayın. Önce gerekçelerimi okuyun, isterseniz sonra yine karşı çıkabilirsiniz.
İşte gerekçelerim;
1- Bu en önemli gerekçem. Madem yıllardır Doğu ve Güneydoğuda ayrımcılığa tabi tutulduğunuzu düşünüyorsunuz. İkinci sınıf insan muamelesi gördüğünüzü söylüyorsunuz. Htta o bölgeye yeterince yatırım yapılmadığından şikayetçisiniz. Alın size fırsat. İktidara ortak olun, Ayrım yapılmadığının,ikinci sınıf insan kabul edilmediğinin bundan daha iyi ispatı mı olur, Yönetin ve yatırım yapın. DEYİN
2- Bu güne kadar ülkedeki çok ciddi bir kısmın en büyük endişesi bölünme korkusu idi, değil mi? İktidarın bir parçası olduklarında, zaten yönetimde olmayacaklar mı? Daha neyin bölünme endişesi yaşanabilir ki. Biz diyelim onlara ayrımcılık yapmayın diye,şayet yaparlarsa. Bu bölünme korkusunu da tarihe gömmek lazım. Hem varsa böyle bir güçleri işte tüm idare ellerinde olacak,bir zahmet bölüversinler de, herkes görsün. DEYİN
3- Madem birileri Hdp ile terörü eşit görüyor yada öyle kabul ediyor. Yönetirken herhangi bir terör eylemi olmasına müsade etmezler herhalde değil mi? Böylece Doğu ve Güneydoğuda olabilecek bir terör saldırısının önüne de geçmiş oluruz. Kimse yol kesmez, vergi toplamaz, başka bir yargılama yapmaz, bunlara da gerek kalmaz herhalde. Çift başlılığın da önüne geçilmeli, DEYİN
4- Hdp lilerin Türkiye partisi olmak istedikleri sıkça dillendirdikleri bir söylem. Bizlerde bu düşünceyi desteklemeliyiz. İktidar olmaktan daha iyi bir Türkiye partisi olmanın desteği mi olur. Tüm Türkiye'de yönetimsel faaliyet göstereceklerine göre desteklemekte fayda var. Hem de bir samimiyet testinden geçmiş olurlar. Haydi hep beraber destek olalım ve Türkiye Partisi olun DİYELİM.
5- Türkiye dış politikası yerlerde sürünüyor. Hatta neredeyse yok denecek düzeyde. En sorunlu ve karmaşık bölge ise Güneydoğu Anadolu sınır hattı. Suriye ve Irak ile olan ilişkiler. Bu sınırı ise dışardan kontrol eden ise o bölgede yaşayan Kürtler. Onları en iyi anlayacak ve gerekirse onlarla işbirliği yapacak olan parti Hdp değil mi Hdp nin iktidarda olması akıllıca olmaz mı? Böylece sınır bölgesinin güvenliği sağlanmış olmaz mı? Alın size fırsat yönetimin bir parçası olun ve sınır güvenliğini sağlayın DEYİN.
6- Dünya standartlarında Demokrasi ve Halkların kardeşliği vurgusunu en fazla yapan parti Hdp değil mi? Şayet yönetimin bir parçası olurlarsa bunu nasıl başaracaklar doğrusu merak ediyorum.. Sizler merak etmiyor musunuz? Gelin bize bu konularda neler yapabileceğinizi gösterin DEYİN
7- Siyasi Partilerin hemen hemen hepsi iktidar olup gücü eline geçirince, siyasi vaatlerini bir kenara bırakır iktidarın nimetlerinden faydalanma peşine düşerler. Yani hükmetmek herkes gibi siyasi partileride bozar. Bu bağlamda Hdp ninde kendini ne kadar koruyabileceği,siyasi samimiyetini de görmek için iyi bir fırsat olacaktır. Türkiye ve sorunlarını kalıcı çözümler üretme becerilerinide görmüş oluruz.Şayet söylem ve vaatlerini yapamazlarsa ilerleyen dönemler için umut olmaktan çıkacaktır. Şayet başarabilirlerse hem Türkiye hemde kendileri kazanacaktır. Unutmayalım küçükken samimiyet testi yapmak daha akılcıdır. yoksa umut olmaya devam edeceklerdir. Buyrun samimiyetinizi görelim DEYİN
Benim gerekçelerim bunlar. Bu söylediğim konularda Hdp yi test etmek için iktidarın bir parçası olmalarında yarar görüyorum. Bununda iki yöntemi var. Ya Akp ile koalisyon kurmaları, yada Chp İle Mhp nin dışardan destekleyeceği bir koalisyon. Bence her iki formülde makul, olabilir yani. Benim tercihimi soracak olursanız. Mhp nin dışardan destekleyeceği Chp, Hdp koalisyonudur. Gerkçem ise denetlenmesi daha kolay olacağı içindir. Hemde Mhp nin böyle tarihi bir fırsatı kaçırmaması gereğidir. Yoksa herşeye çok geç kalmış olacaklar.
Teklifimi ütopik yada art niyetli bulanlar olabilir, saygı duyarım. Fakat bir art niyetim yok. Ben başarmalarını çok isterim. Bu neticeden en kazançlı Türkiye çıkacaktır Unutmayalım.
Sevgilerimle
7 Haziran seçimleri geride kaldı. Beğenen,beğenmeyen,sevinenler,üzülenlerle birlikte milletimiz bir karar verdi. Yeni bir meclis aritmatiği ortaya koydu. Kim yönetmek istiyorsa oturup konuşsun, uzlaşsın şartını dikte etti.
Bu meclis aritmatiğinin içinden nasıl bir iktidar çıkabilir,epey uzun bir zamandır memlekette bu konuşuluyor. Herkes fikir beyan ediyor. Bende kendi fikrimi, nedenleri ile yazmaya çalışacağım. Hatta şaşırabilirsiniz de. Ben bu meclis aritmatiğinin içinde ülkenin tarihi bir fırsat yakaladığını düşünüyorum. Bu fırsatın da Hdp nin mutlaka önümüzde kurulacak olan hükümette yer alması gerekliliği.
Durun hemen karşı çıkmayın. Önce gerekçelerimi okuyun, isterseniz sonra yine karşı çıkabilirsiniz.
İşte gerekçelerim;
1- Bu en önemli gerekçem. Madem yıllardır Doğu ve Güneydoğuda ayrımcılığa tabi tutulduğunuzu düşünüyorsunuz. İkinci sınıf insan muamelesi gördüğünüzü söylüyorsunuz. Htta o bölgeye yeterince yatırım yapılmadığından şikayetçisiniz. Alın size fırsat. İktidara ortak olun, Ayrım yapılmadığının,ikinci sınıf insan kabul edilmediğinin bundan daha iyi ispatı mı olur, Yönetin ve yatırım yapın. DEYİN
2- Bu güne kadar ülkedeki çok ciddi bir kısmın en büyük endişesi bölünme korkusu idi, değil mi? İktidarın bir parçası olduklarında, zaten yönetimde olmayacaklar mı? Daha neyin bölünme endişesi yaşanabilir ki. Biz diyelim onlara ayrımcılık yapmayın diye,şayet yaparlarsa. Bu bölünme korkusunu da tarihe gömmek lazım. Hem varsa böyle bir güçleri işte tüm idare ellerinde olacak,bir zahmet bölüversinler de, herkes görsün. DEYİN
3- Madem birileri Hdp ile terörü eşit görüyor yada öyle kabul ediyor. Yönetirken herhangi bir terör eylemi olmasına müsade etmezler herhalde değil mi? Böylece Doğu ve Güneydoğuda olabilecek bir terör saldırısının önüne de geçmiş oluruz. Kimse yol kesmez, vergi toplamaz, başka bir yargılama yapmaz, bunlara da gerek kalmaz herhalde. Çift başlılığın da önüne geçilmeli, DEYİN
4- Hdp lilerin Türkiye partisi olmak istedikleri sıkça dillendirdikleri bir söylem. Bizlerde bu düşünceyi desteklemeliyiz. İktidar olmaktan daha iyi bir Türkiye partisi olmanın desteği mi olur. Tüm Türkiye'de yönetimsel faaliyet göstereceklerine göre desteklemekte fayda var. Hem de bir samimiyet testinden geçmiş olurlar. Haydi hep beraber destek olalım ve Türkiye Partisi olun DİYELİM.
5- Türkiye dış politikası yerlerde sürünüyor. Hatta neredeyse yok denecek düzeyde. En sorunlu ve karmaşık bölge ise Güneydoğu Anadolu sınır hattı. Suriye ve Irak ile olan ilişkiler. Bu sınırı ise dışardan kontrol eden ise o bölgede yaşayan Kürtler. Onları en iyi anlayacak ve gerekirse onlarla işbirliği yapacak olan parti Hdp değil mi Hdp nin iktidarda olması akıllıca olmaz mı? Böylece sınır bölgesinin güvenliği sağlanmış olmaz mı? Alın size fırsat yönetimin bir parçası olun ve sınır güvenliğini sağlayın DEYİN.
6- Dünya standartlarında Demokrasi ve Halkların kardeşliği vurgusunu en fazla yapan parti Hdp değil mi? Şayet yönetimin bir parçası olurlarsa bunu nasıl başaracaklar doğrusu merak ediyorum.. Sizler merak etmiyor musunuz? Gelin bize bu konularda neler yapabileceğinizi gösterin DEYİN
7- Siyasi Partilerin hemen hemen hepsi iktidar olup gücü eline geçirince, siyasi vaatlerini bir kenara bırakır iktidarın nimetlerinden faydalanma peşine düşerler. Yani hükmetmek herkes gibi siyasi partileride bozar. Bu bağlamda Hdp ninde kendini ne kadar koruyabileceği,siyasi samimiyetini de görmek için iyi bir fırsat olacaktır. Türkiye ve sorunlarını kalıcı çözümler üretme becerilerinide görmüş oluruz.Şayet söylem ve vaatlerini yapamazlarsa ilerleyen dönemler için umut olmaktan çıkacaktır. Şayet başarabilirlerse hem Türkiye hemde kendileri kazanacaktır. Unutmayalım küçükken samimiyet testi yapmak daha akılcıdır. yoksa umut olmaya devam edeceklerdir. Buyrun samimiyetinizi görelim DEYİN
Benim gerekçelerim bunlar. Bu söylediğim konularda Hdp yi test etmek için iktidarın bir parçası olmalarında yarar görüyorum. Bununda iki yöntemi var. Ya Akp ile koalisyon kurmaları, yada Chp İle Mhp nin dışardan destekleyeceği bir koalisyon. Bence her iki formülde makul, olabilir yani. Benim tercihimi soracak olursanız. Mhp nin dışardan destekleyeceği Chp, Hdp koalisyonudur. Gerkçem ise denetlenmesi daha kolay olacağı içindir. Hemde Mhp nin böyle tarihi bir fırsatı kaçırmaması gereğidir. Yoksa herşeye çok geç kalmış olacaklar.
Teklifimi ütopik yada art niyetli bulanlar olabilir, saygı duyarım. Fakat bir art niyetim yok. Ben başarmalarını çok isterim. Bu neticeden en kazançlı Türkiye çıkacaktır Unutmayalım.
Sevgilerimle
5 Haziran 2015 Cuma
ÖZGÜRLÜĞE OY VER
Bu satırlar tarihe şerh düşmek için yazıldı.
Çoğunuz gibi pratik siyasetin içinde değilim. Ama bu demek değil ki, Ülkeme, insanıma, onların yaşam standartlarına kayıtsızım. Bu toprakların bana verdiklerini geri ödeme borcum var. Daha özgür bir dünyada yaşamak, çocuklarımıza daha yaşanabilir bir dünya kurmak için, düşünmek ve düşündüklerimi paylaşmak gibi bir borç.
Bunun içinde geleceğimiz için önemli bir adım olan, bizi yönetsinler diye görevlendireceğimiz kişileri seçmek için kriterlerim var. Bu kriterleri sizlerle paylaşmak istedim. Umarım sizleri de ortak edebilirim.
1- Dini, dili, ırkı, mezhebi ne olursa olsun, başkasının yaşam haklarına saygılı. Adalet terazisinde herkese eşit bakabilecek. Herkesin emin ve özgürce huzur içinde yaşamasını garanti edebilen bir yönetim anlayışına EVET.
2- Ülkenin tüm kaynaklarını ve kazanımlarını bir pastaya benzetirsek, bu pastayı tüm halka, adil bir şekilde paylaştırabilen. Benzetecek olursak sofra başındaki bir annenin tüm sofradakilere pay ettiği gibi pay edebilecek bir yönetim anlayışına EVET
3- Yeri geldiğinde güç kullanabilsin, paylaşımları hakça yapsın diye yetki verdiklerimiz. Yetkilerini suistimal edip etmediklerini açıklık ve şeffaflık içinde bu millet ve hukuk karşısında hesap verebilecek bir yönetim anlayışına EVET
4- Dünya çok küçüldü. Artık herkes birbiri ile iletişim ve iliki halinde. Bu bağlamda Dünya ile kavga eden değil mücadele ve müzakere eden. Temsil ettiği değerlere ve şahıslara hakkıyla, temsil edebilecek bir yönetim anlayışına EVET
5- Gelecek kuşaklarımız çok önemli. Dünyayı iyi okuyan ve anlayan bir nesil yetiştirmek için. Bilim ve fennin esas alındığı, araştırma ve sorgulama yeteneklerini geliştirecek, dünya ile iletişim kurabilen, kendi değerlerini de öğrendiği bir eğitim sistemini kurma iradesine sahip bir yönetim
anlayışına EVET
6- Çoğunlukçu değil, çoğulcu yani, ben çoğunluğum ne istersem yaparım anlayışına sahip değil,yaptığı ve yapacağı her eylemde kendi gibi düşünmeyenleri dikkate alacak gerekirse onları ikna edecek bir yönetim anlayışına EVET
7- Her bir bireyin doğru bilgilendirilme ve haber alma hakkı vardır. Tüm iletişim araçlarını, basın ve yayını kontrol etme çabasını, insanımıza yapılan büyük bir hakaret olduğunu anlayacak. Tüm insanımızın özgürce bilgi ve haber alma haklarına saygılı olan bir yönetim anlayışına EVET
8- Ulusal veya uluslararası hukukun koyduğu Anayasa ve yasaları beğen yada beğenme, güç benim elimde istediğime uyarım demeyecek. Evrensel hukuk da dahil saygı duyan bir yönetim anlayışına EVET
9- Dünya bizim evimiz. Ve doğaya en büyük zararı veren canlıda biz insanoğlu. Buna önlem almazsak felaketimiz olacak farkında olmalıyız. Bu yüzden çevre politikaları, doğa ve doğal yaşam alanlarına saygılı. Üretim ve tüketim alışkanlıklarını da bu yönde destekleyen yönetim anlayışına EVET
10- Bağırma,öfkelenme, kin, nefret söylemleri bir yöneticinin vasfı olamaz. Yönetsin diye yetki verdiklerimiz, her bir bireyimize bıkmadan usanmadan güzel bir üslupla ikna edene kadar ne bilmek istiyorsak anlatmakla mükellef. Yaptıklarını düzgün bir üslupla anlatan ve hesap veren bir yönetim anlayışına EVET
Daha fazla uzatmayacağım. Bütün bu yazdıklarımdan sonra kime oy vermeyeceğimi anladınız sanırım. Demokrasilerde yönetimleri arada bir değiştirmek hepimiz açısından faydalı. Çünkü yönetmek için seçtiklerimiz uzun süre yönettikleri zaman kendilerini devlet zannetmeye başlıyorlar. Hesap vermekten kaçıyorlar. Hiç bir siyasi hareket ilelebet yönetirim anlayışına sahip olmamalı.
Benim oyum daha özgür bir TÜRKİYE'ye
Sende ÖZGÜRLÜĞE OY VER
Esen kalın
30 Mayıs 2015 Cumartesi
Sağ Ne? Sol Ne?
Madem bu kadar siyaset yapıyoruz. Biraz siyasi terminolojiyi bilmekte fayda var. Yoksa bir başkalarının size biçtiği gömleği,ne olduğunu bilmeden giymeye devam edersiniz.
Birine sorsanız,sağcı mısın,solcu musun diye herkes ya sağcıdır yada solcudur da çoğu sağ nedir sol nedir bilmez. Şimdi sizlerle biraz bu konuları tartışacağım. Bakalım düşündüklerinizle gerçekler örtüşüyor muymuş?
Önce sağ,sol adını nereden gelmiş ona bakalım. Fransa'da, Fransız ihtilali (Kralın yetkilerinin azaltılması ve özgürlüklerinin önünün açılması olarak özetleyebiliriz) sonrası,zengin yine zengin olmaya devam etmekte,Halk yine fakirlik içinde yaşamaya devam etmektedir. Bu dönemde Kralı ve zenginleri destekleyenler meclisin sağına, yenileşmeyi ve halkın haklarının artırılmasını savunanlar ise meclisin soluna oturuyorlardı. Sağ ve sol kavramları buradan kalmadır Dünyaya.
Zaman içinde Dünyada, sürekli yeniliği savunanlar ve halkın yaşam standartlarının yükselmesini savunanlar sol görüşlü, Mevcut düzenin devamını savunanlar ise sağ görüşlü kabul edilmiştir.
Günümüzde ise yine Dünyada sol ve sağ görüş tamamen ekonomik anlayışı temsil etmektedir. Yani sağcı ise sermaye sahiplerinin istekleri doğrultusunda gelişimi, aslında kapitalizmi savunur. Solcu ise halkın gelir seviyesinin artmasını öngören bir gelişme modelini savunur.
Anlaşılacağı gibi Dünyada sol ve sağ görüş bu şekilde anlaşılmaktadır. Türkiye'de ise algı bambaşka.
Ben şimdi size aşırı soldan, aşırı sağa doğru kavramların Dünyada ve Türkiye'de ne anlama geldiklerini kısaca kıyaslamaya çalışacağım. Sizde kendinizin nerede olduğunuzu çıkartmaya çalışın.
ANARŞİZM en aşırı sol anarşizm olarak kabul edilir.Halkın özgürlüklerinin sınırsız hale gelmesi gerektiğini savunur. Hiç bir kuralın varlığını kabul etmez. Türkiye'de ise anarşizm terör ve şiddetle özdeşleştirilmiştir. Halbuki terör organize bir harekettir belirli bir yönetimi vardır. Anarşizm otorite kabul etmez.
KOMÜNİZM Zengin ve fakir ayırımını reddettiği gibi sosyal sınıfların varlığını da reddeder. Vatan ve sınırların olmamasını savunur. Yani ülke kavramı ile kavgalıdır. O yüzden solun uçlarından kabul edilir. Türkiye'de ki algı ise tamamen dinsizlik üzerinedir. Halbuki sınıf kavramı olmadıktan sonra dinle bir sorunu yoktur.
SOSYAL DEMOKRASİ Sosyal Demokrasi de zengin fakir ayrımını kabul etmez.Eşitlikçi bir toplum modeli öngörür. Çalışanın emeğinin tam karşılığını almasını savunur.Sermayeye karşı değildir ama emekten yanadır. Komünizmden farkı vatan ve ülke kavramlarını savunmasıdır. Türkiye'de ise daha çok komünizmle karıştırılmaktadır.
MERKEZ SOL ve MERKEZ SAĞ Ben bu kavramların ikisini de aynı anda ele aldım. Çünkü aralarında çok ince bir çizgi kadar fark var. Karar mekanizmalarının, karar almasının son aşamasındayken tarafını sermayeden yana kullanıyorsa sağ, emekten yana kullanıyorsa sol olarak kabul edilir. Türkiye'de ise ikisinin arasındaki fark sanki bir uçtan öbür uca gibi bir algı vardır. Galiba bu algı sol olunca dinsiz olunur algısından kaynaklanıyor.
MİLLİYETÇİLİK Milliyetçiliği buraya aldım. Çünkü milliyetçi olmak için sağcı yada solcu olmaya gerek yoktur. Milletini seven herkes milliyetçi olabilir. Türkiye'de durum biraz farklı;önce milliyetçilik dindarlıkmış gibi algılanıyor.tam terside doğru dindarsa milliyetçi gibi.halbuki böyle değildir.Her dindar milliyetçi,hatta bizdekilerin çoğu ümmetçidir, her milliyetçi de dindar değildir.
Sonra milliyetçilik, ırkçılıkla karıştırılıyor.Millet kavramının içinde sadece bir ırk olmadığı bilinse bile bu algı pek değiştirilemiyor. Ekonomik model olarak milliyetçilik daha çok sermayeden tarafa değil Halktan yanadır.
LİBERALİZM Liberalizm tüm özgürlükleri savunur. Ne zenginden tarafadır,ne fakirden tarafa. Mülk edinme hakkını da savunduğu için zengin fakirin üzerinden onu sömürerek daha zengin olur eleştirilerine maruz kalmıştır. Türkiye'de ise zengin sınıfın tarafında olarak algılanır.
MUHAFAZAKARLIK Yaşanılan toplumda kalıplaşmış değerle ne ise onların hiç değiştirilmeden,yenilenmeden devamını savunur. Ekonomik model olarak ise liberalizme benzer.Zenginleşmenin yada fakirleşmenin önünde engel yoktur. Türkiye'de ise tamamen dini değerlerin korunması olarak algılanır. Çok yenilikçi bir dindar bile muhafazakar olarak değerlendirilir.
FAŞİZM Lider ne derse topluluk onu hiç sorgulamadan izler. Topluluk değerlere haddinden fazla bağlanınca kendini üstün görmeye başlar. Din,dil,ırk gibi kavramlara aşırı bir bağımlılık vardır. Lider istediği amaç doğrultusunda her şeyi her yolla gerçekleştirir. Buda aşırı sağdır. Türkiye'de ise sadece ırk üzerinden faşizm algılanır.
Kısaca sol ve sağ kavramlarını inceledik. Şimdi ise oy aldığı kesimlere bakalım. Dünyada sol fakir ve işsizlerden daha fazla oy alır. Çünkü sol halkın gelir seviyesini üst noktaya çıkartma iddiasındadır. Oysa Ülkemizde okumuş,iş ve sermaye sahileri sola oy verirken fakir, işsiz, köylü sağa oy verir. Yani Dünyanın tam tersi.
Türkiye'de sağın sağ, solun sol olarak algılanmadığını anlamış olduk. Buda bizim siyaset anlayışımızın ne kadar sığ ve kalıplar içerisinde yönlendirildiğini de öğrendik. Yani bizdeki siyasetin yalanlar üzerine kurulduğunu da anladık.
Yazıyı okuduysanız ve hala siyasi görüşünüz değişmediyse yada neyi savunduğunuzun farkında değilseniz KORKMAYIN yalnız değilsiniz.
Saygılar.
Birine sorsanız,sağcı mısın,solcu musun diye herkes ya sağcıdır yada solcudur da çoğu sağ nedir sol nedir bilmez. Şimdi sizlerle biraz bu konuları tartışacağım. Bakalım düşündüklerinizle gerçekler örtüşüyor muymuş?
Önce sağ,sol adını nereden gelmiş ona bakalım. Fransa'da, Fransız ihtilali (Kralın yetkilerinin azaltılması ve özgürlüklerinin önünün açılması olarak özetleyebiliriz) sonrası,zengin yine zengin olmaya devam etmekte,Halk yine fakirlik içinde yaşamaya devam etmektedir. Bu dönemde Kralı ve zenginleri destekleyenler meclisin sağına, yenileşmeyi ve halkın haklarının artırılmasını savunanlar ise meclisin soluna oturuyorlardı. Sağ ve sol kavramları buradan kalmadır Dünyaya.
Zaman içinde Dünyada, sürekli yeniliği savunanlar ve halkın yaşam standartlarının yükselmesini savunanlar sol görüşlü, Mevcut düzenin devamını savunanlar ise sağ görüşlü kabul edilmiştir.
Günümüzde ise yine Dünyada sol ve sağ görüş tamamen ekonomik anlayışı temsil etmektedir. Yani sağcı ise sermaye sahiplerinin istekleri doğrultusunda gelişimi, aslında kapitalizmi savunur. Solcu ise halkın gelir seviyesinin artmasını öngören bir gelişme modelini savunur.
Anlaşılacağı gibi Dünyada sol ve sağ görüş bu şekilde anlaşılmaktadır. Türkiye'de ise algı bambaşka.
Ben şimdi size aşırı soldan, aşırı sağa doğru kavramların Dünyada ve Türkiye'de ne anlama geldiklerini kısaca kıyaslamaya çalışacağım. Sizde kendinizin nerede olduğunuzu çıkartmaya çalışın.
ANARŞİZM en aşırı sol anarşizm olarak kabul edilir.Halkın özgürlüklerinin sınırsız hale gelmesi gerektiğini savunur. Hiç bir kuralın varlığını kabul etmez. Türkiye'de ise anarşizm terör ve şiddetle özdeşleştirilmiştir. Halbuki terör organize bir harekettir belirli bir yönetimi vardır. Anarşizm otorite kabul etmez.
KOMÜNİZM Zengin ve fakir ayırımını reddettiği gibi sosyal sınıfların varlığını da reddeder. Vatan ve sınırların olmamasını savunur. Yani ülke kavramı ile kavgalıdır. O yüzden solun uçlarından kabul edilir. Türkiye'de ki algı ise tamamen dinsizlik üzerinedir. Halbuki sınıf kavramı olmadıktan sonra dinle bir sorunu yoktur.
SOSYAL DEMOKRASİ Sosyal Demokrasi de zengin fakir ayrımını kabul etmez.Eşitlikçi bir toplum modeli öngörür. Çalışanın emeğinin tam karşılığını almasını savunur.Sermayeye karşı değildir ama emekten yanadır. Komünizmden farkı vatan ve ülke kavramlarını savunmasıdır. Türkiye'de ise daha çok komünizmle karıştırılmaktadır.
MERKEZ SOL ve MERKEZ SAĞ Ben bu kavramların ikisini de aynı anda ele aldım. Çünkü aralarında çok ince bir çizgi kadar fark var. Karar mekanizmalarının, karar almasının son aşamasındayken tarafını sermayeden yana kullanıyorsa sağ, emekten yana kullanıyorsa sol olarak kabul edilir. Türkiye'de ise ikisinin arasındaki fark sanki bir uçtan öbür uca gibi bir algı vardır. Galiba bu algı sol olunca dinsiz olunur algısından kaynaklanıyor.
MİLLİYETÇİLİK Milliyetçiliği buraya aldım. Çünkü milliyetçi olmak için sağcı yada solcu olmaya gerek yoktur. Milletini seven herkes milliyetçi olabilir. Türkiye'de durum biraz farklı;önce milliyetçilik dindarlıkmış gibi algılanıyor.tam terside doğru dindarsa milliyetçi gibi.halbuki böyle değildir.Her dindar milliyetçi,hatta bizdekilerin çoğu ümmetçidir, her milliyetçi de dindar değildir.
Sonra milliyetçilik, ırkçılıkla karıştırılıyor.Millet kavramının içinde sadece bir ırk olmadığı bilinse bile bu algı pek değiştirilemiyor. Ekonomik model olarak milliyetçilik daha çok sermayeden tarafa değil Halktan yanadır.
LİBERALİZM Liberalizm tüm özgürlükleri savunur. Ne zenginden tarafadır,ne fakirden tarafa. Mülk edinme hakkını da savunduğu için zengin fakirin üzerinden onu sömürerek daha zengin olur eleştirilerine maruz kalmıştır. Türkiye'de ise zengin sınıfın tarafında olarak algılanır.
MUHAFAZAKARLIK Yaşanılan toplumda kalıplaşmış değerle ne ise onların hiç değiştirilmeden,yenilenmeden devamını savunur. Ekonomik model olarak ise liberalizme benzer.Zenginleşmenin yada fakirleşmenin önünde engel yoktur. Türkiye'de ise tamamen dini değerlerin korunması olarak algılanır. Çok yenilikçi bir dindar bile muhafazakar olarak değerlendirilir.
FAŞİZM Lider ne derse topluluk onu hiç sorgulamadan izler. Topluluk değerlere haddinden fazla bağlanınca kendini üstün görmeye başlar. Din,dil,ırk gibi kavramlara aşırı bir bağımlılık vardır. Lider istediği amaç doğrultusunda her şeyi her yolla gerçekleştirir. Buda aşırı sağdır. Türkiye'de ise sadece ırk üzerinden faşizm algılanır.
Kısaca sol ve sağ kavramlarını inceledik. Şimdi ise oy aldığı kesimlere bakalım. Dünyada sol fakir ve işsizlerden daha fazla oy alır. Çünkü sol halkın gelir seviyesini üst noktaya çıkartma iddiasındadır. Oysa Ülkemizde okumuş,iş ve sermaye sahileri sola oy verirken fakir, işsiz, köylü sağa oy verir. Yani Dünyanın tam tersi.
Türkiye'de sağın sağ, solun sol olarak algılanmadığını anlamış olduk. Buda bizim siyaset anlayışımızın ne kadar sığ ve kalıplar içerisinde yönlendirildiğini de öğrendik. Yani bizdeki siyasetin yalanlar üzerine kurulduğunu da anladık.
Yazıyı okuduysanız ve hala siyasi görüşünüz değişmediyse yada neyi savunduğunuzun farkında değilseniz KORKMAYIN yalnız değilsiniz.
Saygılar.
23 Mayıs 2015 Cumartesi
İyi Dinle Arkadaş
Görüyorum ki şimdiye kadar yazdıklarımdan rahatsız olan eş, dost, akrabalarım var. İyi bir yazar buna girmez ama ben tekrar etme arzusundayım.Sırf sizlere değer verdiğim için.
Değerli dostlar, öncelikle benim yazdıklarım ve söylediklerimin muhatabı sizler değilsiniz ki alınganlık gösteriyorsunuz.Alınganlık göstermesi gerekenler icraat makamında olanlar.
Şimdi daha iyi anlaşılsın diye madde madde tekrar edeceğim.
1- Aydınlara düşünenlere diyorum ki, Arkadaş aydın dediğin belli bir hizibin tarafı olamaz olmamalıdır. Olacaksa Halkın tarafı olmalılar. Sizlerin görevi toplumu doğru bilgilendirmek,yol göstermek olmalı manüplasyon yapmak değil. Sizler görevinizi yapmıyorsunuz.
2- Sivil, Demokratik bir Anayasa yapmamız lazım. Bu Anayasayı yaparken çoğulcu,her kesimin görüş,öneri ve katkılarının alınması lazım. Toplumsal bir uzlaşı ile olsun bu zaruri bir durumdur. Yoksa bu topraklarda huzurlu bir şekilde yaşayamayız. Sizlere de diyorum ki, Kim biz çogunluğuz istediğimiz gibi Anayasa yaparız derse onları desteklemeyin.
3- Benim Devlet anlayışımda, teröristle muhatap olup müzakere yapmak olmayacak bir durum. Eğer müzakere yapacaksanız sivil ayakları var onlarla yapmalısınız,onlar kimle muhatap olacaksa olsun. Ama siz öyle yapmadınız, çok büyük bir hata yaptınız. ABD başta olmak üzere bazı ülkelerde pkk nın terör listelerinden çıkarılma teklifleri geliyor,bunu sağlayanda sizsiniz. Terör örgütünü dünya nezdinde meşruiyet sağladınız.
Bu arada şunu söylemeden de geçemeyeceğim, Kürt siyasi hareketinin tüm ülkede meşru siyaset yapma arzusunu çok önemsiyorum. Bu arzu onları ve tüm ülkeyi, terörle arasına mesafe koymasınada sağlayacaktır. Onlar bu konuda desteklenmeli. Bu ülkenin yararına bir durum. Ama siz ne yapıyorsunuz daha terörize etme çabasına giriyorsunuz.Ne uğruna temsiliyeti haksız bir şekilde gasp etme uğruna.
Arkadaşım sanada diyorum ki, teröristle ve pazarlık yapanla değil meşru bir şekilde siyaset yapacağım diyene bir şans ver. Sonra sonuçlarına bakarız.
4- Diyorum ki Ey Müslüman kardeşim uyan artık. Senin değerlerin üzerinden insanlar güç devşirme derdinde buna izin verme. Siyasi İslam tezi üzerinde hiç çalışılmamış bir alan. Size bunlarla geldiklerinde bilin ki sizi kandırmaya çalışıyorlar. Değerlerinizi suistimal ediyorlar, kanma. İslam değerleri çok önemlidir fakat bunun bilimle, fenle karşılaştırılmasına izin verme. İslam bilim ve fen'e ne bir engeldir nede bir katkı sağlar. Sen anca iyi çalışırsan bunu başarabilirsin.
5- Sonra diyorum ki, ülkemde uluslararası bir Demokrasi olsun. Kimse fikrinden yeda fikrini söylemekten dolayı kötü bir muamaleye tabi tutulmasın
Her fikrin temsiliyeti her platformda mümkün olsun. Bunun önündeki engeller kaldırılsın.
Bilimin önünde engel ve baskılar olmasın özgür üniversiteler olsun.
Gücü eline geçirenler, bu gücü kendi çıkarları için kullanmasın.
Her bir birey gibi yönetenlerde hukuk karşısında hesap versin.Hatta yönetenlerin hesap vermeleri daha kolay olsun. Sonuçta herşeyimizi onlara emanet ediyoruz.
Şimdi Ey Arkadaşım; Biz bunları yazıyoruz söylüyoruz diye bizi iktidara karşı olmakla suçluyorsun, bu konuda haklısın, haksız olduğun nokta ise şurası; Bizim bu söylediklerimizi gerçekleştirecek makamlar yönetme makamında olanlar. Dertlerimizi ve eleştirilerimizi onlara söylemeyeceğiz de kime söyleyeceğiz. Sen bunun altında art niyet arıyorsan kusura bakma ama asıl art niyetli olan sensin. Yada bilmiyorsun.
Sonuç olarak; Geleceğimize, yaşanabilir bir ülke bırakmak istiyorsak, yetki verdiklerimizi denetlemek, eleştirmek, daha iyisini istemek bizlerin gerçek sorumluluğu. Şayet bunu yapmıyorsak gelecek adına endişeli olmak lazım. Bizler yazmaya, söylemeye, eleştirmeye devam edeceğiz. Bunu böyle bilin. Bizi asıl üzen şey ise bizi susturma çabasında olanlar en yakınlarımız, arkadaşımız,dostumuz,akrabamız.
Bence bir kere daha düşünün.
Selamlar.
Değerli dostlar, öncelikle benim yazdıklarım ve söylediklerimin muhatabı sizler değilsiniz ki alınganlık gösteriyorsunuz.Alınganlık göstermesi gerekenler icraat makamında olanlar.
Şimdi daha iyi anlaşılsın diye madde madde tekrar edeceğim.
1- Aydınlara düşünenlere diyorum ki, Arkadaş aydın dediğin belli bir hizibin tarafı olamaz olmamalıdır. Olacaksa Halkın tarafı olmalılar. Sizlerin görevi toplumu doğru bilgilendirmek,yol göstermek olmalı manüplasyon yapmak değil. Sizler görevinizi yapmıyorsunuz.
2- Sivil, Demokratik bir Anayasa yapmamız lazım. Bu Anayasayı yaparken çoğulcu,her kesimin görüş,öneri ve katkılarının alınması lazım. Toplumsal bir uzlaşı ile olsun bu zaruri bir durumdur. Yoksa bu topraklarda huzurlu bir şekilde yaşayamayız. Sizlere de diyorum ki, Kim biz çogunluğuz istediğimiz gibi Anayasa yaparız derse onları desteklemeyin.
3- Benim Devlet anlayışımda, teröristle muhatap olup müzakere yapmak olmayacak bir durum. Eğer müzakere yapacaksanız sivil ayakları var onlarla yapmalısınız,onlar kimle muhatap olacaksa olsun. Ama siz öyle yapmadınız, çok büyük bir hata yaptınız. ABD başta olmak üzere bazı ülkelerde pkk nın terör listelerinden çıkarılma teklifleri geliyor,bunu sağlayanda sizsiniz. Terör örgütünü dünya nezdinde meşruiyet sağladınız.
Bu arada şunu söylemeden de geçemeyeceğim, Kürt siyasi hareketinin tüm ülkede meşru siyaset yapma arzusunu çok önemsiyorum. Bu arzu onları ve tüm ülkeyi, terörle arasına mesafe koymasınada sağlayacaktır. Onlar bu konuda desteklenmeli. Bu ülkenin yararına bir durum. Ama siz ne yapıyorsunuz daha terörize etme çabasına giriyorsunuz.Ne uğruna temsiliyeti haksız bir şekilde gasp etme uğruna.
Arkadaşım sanada diyorum ki, teröristle ve pazarlık yapanla değil meşru bir şekilde siyaset yapacağım diyene bir şans ver. Sonra sonuçlarına bakarız.
4- Diyorum ki Ey Müslüman kardeşim uyan artık. Senin değerlerin üzerinden insanlar güç devşirme derdinde buna izin verme. Siyasi İslam tezi üzerinde hiç çalışılmamış bir alan. Size bunlarla geldiklerinde bilin ki sizi kandırmaya çalışıyorlar. Değerlerinizi suistimal ediyorlar, kanma. İslam değerleri çok önemlidir fakat bunun bilimle, fenle karşılaştırılmasına izin verme. İslam bilim ve fen'e ne bir engeldir nede bir katkı sağlar. Sen anca iyi çalışırsan bunu başarabilirsin.
5- Sonra diyorum ki, ülkemde uluslararası bir Demokrasi olsun. Kimse fikrinden yeda fikrini söylemekten dolayı kötü bir muamaleye tabi tutulmasın
Her fikrin temsiliyeti her platformda mümkün olsun. Bunun önündeki engeller kaldırılsın.
Bilimin önünde engel ve baskılar olmasın özgür üniversiteler olsun.
Gücü eline geçirenler, bu gücü kendi çıkarları için kullanmasın.
Her bir birey gibi yönetenlerde hukuk karşısında hesap versin.Hatta yönetenlerin hesap vermeleri daha kolay olsun. Sonuçta herşeyimizi onlara emanet ediyoruz.
Şimdi Ey Arkadaşım; Biz bunları yazıyoruz söylüyoruz diye bizi iktidara karşı olmakla suçluyorsun, bu konuda haklısın, haksız olduğun nokta ise şurası; Bizim bu söylediklerimizi gerçekleştirecek makamlar yönetme makamında olanlar. Dertlerimizi ve eleştirilerimizi onlara söylemeyeceğiz de kime söyleyeceğiz. Sen bunun altında art niyet arıyorsan kusura bakma ama asıl art niyetli olan sensin. Yada bilmiyorsun.
Sonuç olarak; Geleceğimize, yaşanabilir bir ülke bırakmak istiyorsak, yetki verdiklerimizi denetlemek, eleştirmek, daha iyisini istemek bizlerin gerçek sorumluluğu. Şayet bunu yapmıyorsak gelecek adına endişeli olmak lazım. Bizler yazmaya, söylemeye, eleştirmeye devam edeceğiz. Bunu böyle bilin. Bizi asıl üzen şey ise bizi susturma çabasında olanlar en yakınlarımız, arkadaşımız,dostumuz,akrabamız.
Bence bir kere daha düşünün.
Selamlar.
15 Mayıs 2015 Cuma
Kenan Evren'in Ardından
12 Eylül 1980 darbesinde çok küçüktüm, iyi hatırlayamıyorum. Arkadaşlarla boş sokaklarda koşuşturduğumuz, silahların toplandığı yere gidip boyumuzun yetmediği parmaklıklara tırmandığımız, ve kabzası kırmızı o tabanca dışında.
Çocuk olduğumuz için devletle karşılaşmadık en azından biz öyle birşey hissetmedik. Askeri nizam içinde geçti öğrenciliğimiz.Biz bunun normal hayatın akışı zannettik hep, sorgulamıyorduk. Başımızdaki otorite kim ise herşeyin en iyisini bilir.Bizim için en iyiyi o karar verirdi. Devleti yönetenlerden bahsetmiyorum. Zaten oralara ulaşmak hayal dünyamızın dışında. Bahsettiğim belki bir öğretmen, belki bir müdür,belki bir muhtar yani. Sorgulamıyorduk çünkü çocuktuk.
Bakıyorum da arkaya, herkes ne çabuk hizalanmış otoritenin karşısında. Düzenin çarkları çok çabuk adapte olmuş normal yaşantıya. Demek büyüklerde çok sorgulamamış anlaşılan. Benim o dönem gördüğüm içlerini bilmem ama dışarıdan herşeyin uyum içinde görünüyor olması.
Benim kuşağım aslında kayıp kuşak. Bizler hiç karşımızdakileri sorgulamadan büyüdük. Üstümüzde kim varsa kayıtsız şartsız itaat edilmeli anlayışı içinde yetiştirildik. Aksi zaten hayal dünyamızda dahi yoktu. Bu da bir itiraf olsun, bizim kuşağın bu algılayıştan kurtulduğunu sanmıyorum.Belki bir kısmı.
Sonradan anlıyoruz ki, sistem böyle kurulmuştu. Sorgulayan ve düşünen insanlar istemiyorlardı. İtaat edecek,boyun eğecek, kafayı onların istediklerine yoracak insanlar kurgulamış olsalar gerek.
Fakat ilerleyen zamanlarda sistemi zorlayan hatta delmeye çalışanlar türedi. Bunlar İslami gruplar, Kürtler ve belki bir kısın devrimciler. Bunlar sistemi arkadan dolanma çabasındaydılar. Kendilerini buna mecbur hissediyorlardı. Bir görünür yüzleri vardı bir de görünmeyen yüzleri. Aslında buna illegalitenin yaygın yaşandığı dönem diyebiliriz. Bizim başka ajandamız yok diyenler aslında ajanda gizleme taktiği uygulamış.
Şimdi daha iyi anlıyoruz ki legal çizgide kalanlar hep baskı altında ezilmiş çalışmamış yada çalıştırılmamışlar. Hala daha sistemle, illegal mücadele edenle, legal çizgide mücadele etme çabası içinde olanlar var. Bu gerçekten çok zor bir mücadele.
Farkındaysanız, bu zamanlarda legal ile illegali aynı anda kullanan oluşumlar ülkenin kaderini belirleyebilecek güçteler. Aynı zamanda ülkeyi de kontrol ediyorlar. Bizlerde uzaktan olup biteni yorumlama çabasındayız. İşte 80 darbesinin ülkeye getirdiği budur.
Bunu biraz daha açmak istiyorum.
82 Anayasası ile hayatımıza giren ve aslında öyle olmayan yapılanmalar:
Demokratik devlet, Demokratik miyiz HAYIR
Laik devlet. Laik miyiz HAYIR
Sosyal devlet. Sosyal miyiz HAYIR
Hukuk devleti. Öyle miyiz HAYIR
Darbe şartlarında tüm kontrolü elinde tutsun diye çok güçlü ve sorumlu olmayan bir Cumhurbaşkanlığı
Parti başkanlarının iki dudağı arasında olan siyasi partiler yasası. ve onun oluşturduğu Parlamento
Halkın gerçek iradesinin meclise yansımadığı %10 baraj sistemi
Askerin tüm yönetimsel araçlara etkin olması için getirilen Milli Güvenlik Kurulu
Öğrencileri kontrol etsin diye getirilen. Bilimsel üretimin önündeki en büyük engel olan Yüksek Öğretim Kurulu
Devletin aynı zamanda siyasi iktidarın istediği gibi kullandığı yeri geldiğinde gözü kulağı bazende sopası olan Vali ve Kaymakamlık sistemi.
Ne kadar kolayca darmadağın edildiğini gördüğümüz kuvvetler ayrılığı prensibi. yani yasama yürütme ve yargının birbirinden bağımsız olması gerektiği.
Siz hala bu sisteme Demokratik Parlamenter sistem mi diyorsunuz?
Alın size daha çarpıcı bir analiz daha; Uluslararası hukuk baz alındığında bu örgütlenmelerin hemen hemen hepsini, Legal görünümlü illegal örgütlenme sayabilirsiniz.
80 Darbesi ve Kenan Evren'in getirdiği Anayasa ile ülkenin geldiği yer burası. İşin daha komiği hala daha biz mi getirdik diye savunanlar var. Sizi değiştirin diye getirdik.
Muhabbetle.
Çocuk olduğumuz için devletle karşılaşmadık en azından biz öyle birşey hissetmedik. Askeri nizam içinde geçti öğrenciliğimiz.Biz bunun normal hayatın akışı zannettik hep, sorgulamıyorduk. Başımızdaki otorite kim ise herşeyin en iyisini bilir.Bizim için en iyiyi o karar verirdi. Devleti yönetenlerden bahsetmiyorum. Zaten oralara ulaşmak hayal dünyamızın dışında. Bahsettiğim belki bir öğretmen, belki bir müdür,belki bir muhtar yani. Sorgulamıyorduk çünkü çocuktuk.
Bakıyorum da arkaya, herkes ne çabuk hizalanmış otoritenin karşısında. Düzenin çarkları çok çabuk adapte olmuş normal yaşantıya. Demek büyüklerde çok sorgulamamış anlaşılan. Benim o dönem gördüğüm içlerini bilmem ama dışarıdan herşeyin uyum içinde görünüyor olması.
Benim kuşağım aslında kayıp kuşak. Bizler hiç karşımızdakileri sorgulamadan büyüdük. Üstümüzde kim varsa kayıtsız şartsız itaat edilmeli anlayışı içinde yetiştirildik. Aksi zaten hayal dünyamızda dahi yoktu. Bu da bir itiraf olsun, bizim kuşağın bu algılayıştan kurtulduğunu sanmıyorum.Belki bir kısmı.
Sonradan anlıyoruz ki, sistem böyle kurulmuştu. Sorgulayan ve düşünen insanlar istemiyorlardı. İtaat edecek,boyun eğecek, kafayı onların istediklerine yoracak insanlar kurgulamış olsalar gerek.
Fakat ilerleyen zamanlarda sistemi zorlayan hatta delmeye çalışanlar türedi. Bunlar İslami gruplar, Kürtler ve belki bir kısın devrimciler. Bunlar sistemi arkadan dolanma çabasındaydılar. Kendilerini buna mecbur hissediyorlardı. Bir görünür yüzleri vardı bir de görünmeyen yüzleri. Aslında buna illegalitenin yaygın yaşandığı dönem diyebiliriz. Bizim başka ajandamız yok diyenler aslında ajanda gizleme taktiği uygulamış.
Şimdi daha iyi anlıyoruz ki legal çizgide kalanlar hep baskı altında ezilmiş çalışmamış yada çalıştırılmamışlar. Hala daha sistemle, illegal mücadele edenle, legal çizgide mücadele etme çabası içinde olanlar var. Bu gerçekten çok zor bir mücadele.
Farkındaysanız, bu zamanlarda legal ile illegali aynı anda kullanan oluşumlar ülkenin kaderini belirleyebilecek güçteler. Aynı zamanda ülkeyi de kontrol ediyorlar. Bizlerde uzaktan olup biteni yorumlama çabasındayız. İşte 80 darbesinin ülkeye getirdiği budur.
Bunu biraz daha açmak istiyorum.
82 Anayasası ile hayatımıza giren ve aslında öyle olmayan yapılanmalar:
Demokratik devlet, Demokratik miyiz HAYIR
Laik devlet. Laik miyiz HAYIR
Sosyal devlet. Sosyal miyiz HAYIR
Hukuk devleti. Öyle miyiz HAYIR
Darbe şartlarında tüm kontrolü elinde tutsun diye çok güçlü ve sorumlu olmayan bir Cumhurbaşkanlığı
Parti başkanlarının iki dudağı arasında olan siyasi partiler yasası. ve onun oluşturduğu Parlamento
Halkın gerçek iradesinin meclise yansımadığı %10 baraj sistemi
Askerin tüm yönetimsel araçlara etkin olması için getirilen Milli Güvenlik Kurulu
Öğrencileri kontrol etsin diye getirilen. Bilimsel üretimin önündeki en büyük engel olan Yüksek Öğretim Kurulu
Devletin aynı zamanda siyasi iktidarın istediği gibi kullandığı yeri geldiğinde gözü kulağı bazende sopası olan Vali ve Kaymakamlık sistemi.
Ne kadar kolayca darmadağın edildiğini gördüğümüz kuvvetler ayrılığı prensibi. yani yasama yürütme ve yargının birbirinden bağımsız olması gerektiği.
Siz hala bu sisteme Demokratik Parlamenter sistem mi diyorsunuz?
Alın size daha çarpıcı bir analiz daha; Uluslararası hukuk baz alındığında bu örgütlenmelerin hemen hemen hepsini, Legal görünümlü illegal örgütlenme sayabilirsiniz.
80 Darbesi ve Kenan Evren'in getirdiği Anayasa ile ülkenin geldiği yer burası. İşin daha komiği hala daha biz mi getirdik diye savunanlar var. Sizi değiştirin diye getirdik.
Muhabbetle.
8 Mayıs 2015 Cuma
CEMAAT
Aslında bu yazdıklarım,düşünmenin, fikrini beyan etmenin,yazabilmenin hiçte kolay olmadığı bu günlerde sizlerle paylaşılması önemli diye düşünüyorum. Ama bu benim sizlere ve ülkeme bir borcum kabul ediyorum.
Ülkenin yakın tarihine biraz takip etmiş,düşünmüş tüm insanların hafızalarını tazelemekte yarar var.
Cemaat kavramının kökü birlik olmak anlamına gelir. Belkide insanlık tarihine eştir birlik olma bilinci. Değişik inanç, fikir birliktelikleri hep görülmüştür. Bazıları kabul görmüş meşrulaşmış bazıları ise hiç bir zaman meşru görülmemiştir. Bu topraklarda cemaat kavramı yada tarikat kavramı İslamla özdeşleştirilmiştir. Osmanlı zamanında ise belki etkinliklerinin ve itibarlarının zirve yaptığı dönemdir.
Cumhuriyet, cemaat ve tarikatları aydınlanmanın önünde engel görmüş,çoğu kapatılmış,bazılarını ise kontrol etme çabasına girilmiştir. Gerçi bunun sebeplerini bu günlerde daha iyi anlıyoruz. Fakat Cumhuriyet ne kadar kontrol etmeye çabalasa da bir çoğu gizli,yer altında,kendini koruyarak faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Taki Özal'lı yıllar, Ülkede Demokrasinin kırıntılarının görülmesi, Ülke yüzünü Dünyaya dönmeye başlamasına kadar.
Gülen cemaati de 80 yıllar öncesi ve o yıllarda daha kapalı bir topluluk idi. İlk yıllarda faaliyet alanı olarak ilahiyat ve yüksek İslam Enstitülerini seçmişlerdi. Said Nursi nin öğretilerini rehber alıyorlardı. Bu öğretinin en belirgin özelliği, pozitif bilimle dini ilimlerin birbirleri ile çelişmeyeceği hatta pozitif bilimin dini ilimleri destekleyeceği fikridir. Diğer nur cemaatleri gibi Gülen cemaatide bu öğreti üzerine inşa edilmiştir. Bu bilgiler ışığında ilk faaliyet alanı olarak ilahiyatlar yani dini ilimler seçilmiş olsada daha sonra pozitif bilimlere doğru bir kayma görülmektedir.Başlarda kişileri pozitif bilimlere teşvikle başlasalarda daha sonraları eğitme işini bizzat üstlenmişlerdir. Kolejler,dersaneler,üniversiteler bunun açık göstergeleridir.
Eğitim işinde ne kadar başarılı olduklarını söylememe gerek yok.Dünyaca kabul görüyorlar.Fakat dahası da var. Eğitimin tüm ülke sathına yayılmasında da büyük katkıları var.Kırsalda eğitimli nüfusun artması Gülen cemaatinin başarılarındandır.
Bu konuyu daha fazla uzatmayacağım. Asıl soruyu soracağım. 40 Yıldır eğitim faaliyetlerinde bulunan ve başarısı ülke ve dünyaca kabul edilmiş bu grubun yetiştirdiği insanlar ne iş yapacaklar? Yani onlara siz şunu olursunuz şunu olamazsınız mı diyeceğiz? Sen böyle düşünüyorsun o halde bunu olamazsın mı denecek? Daha önce tüm siyasi akımlarca desteklenmiş,başarılıda olmuş alanlarında uzman olmuş bu insanlar ne yapacak?
Aklınıza daha önce başörtüsü sorunuyla gündeme gelmiş konu, tam aynı bağlamda olduğu geldi mi? Gelsin çünkü mesele aynı. Hatta bu konu tamda niyet okumak içeriyor ki daha vahim.
Sorun ne nereden çıktı? Birazda ondan bahsedelim. Bu eğitim kurumlarında eğitilmiş insan sayısı epey bir artmıştı. 2002 de de iktidara gelmiş İslamcı kökenden gelenlerinde yetişmiş elemana ihtiyaçları vardı. İşte buluşma noktası bu oldu. Bu buluşma aslında ilk kırılma noktası aynı zamanda. Cemaatin yetişmiş elemanları en azından bazıları konjonktürün verdiği rahatlama ile siyasi iktidara eklemlenme gayretine girdi. o kadar içi içe bir görüntü verildi ki tüm haksız ve hukuksuzluklara bile göz yumar hale gelindiğini hep birlikte gördük. Bence ikballerini siyasi iktidarın ikbali olarak bile gördüklerini düşünüyorum. Yanıldıkları noktada bu oldu. İktidarda onların bu zaafını bir biat olarak algıladı. Onlarda orada yanıldı. Sözün özü cemaat en büyük hatayı siyasete bu kadar eklemlenmekle yaptı.
Peki çözüm ne?
Aslında çözüm çok zor değil,tam anlamıyla Demokrasinin hayata geçmesi.Silaha bulaşmamak,toplum ahlakını bozmamak kaydıyla tüm sivil toplum kuruluşları,dernekler,vakıflar,cemaat ve tarikatların özgürce faaliyetlerini sürdürmesi.Örgütlenme,düşünme ve düşüncelerini yayma hürriyetlerine sahip olması. Kamuda sendikalaşmanın önünün açılması ve fikir hürriyetinin yaşama geçirilmesi. Fikrinden dolayı hiç bir birey yargılanmamalı,kötü muameleye tabi tutulmamalı.
Önerilerim bazılarına çok uçuk gelebilir. Sorun değil.
Andolsun ki yapacağız hemde tüm Dünyada.
Sevgilerimle.
Ülkenin yakın tarihine biraz takip etmiş,düşünmüş tüm insanların hafızalarını tazelemekte yarar var.
Cemaat kavramının kökü birlik olmak anlamına gelir. Belkide insanlık tarihine eştir birlik olma bilinci. Değişik inanç, fikir birliktelikleri hep görülmüştür. Bazıları kabul görmüş meşrulaşmış bazıları ise hiç bir zaman meşru görülmemiştir. Bu topraklarda cemaat kavramı yada tarikat kavramı İslamla özdeşleştirilmiştir. Osmanlı zamanında ise belki etkinliklerinin ve itibarlarının zirve yaptığı dönemdir.
Cumhuriyet, cemaat ve tarikatları aydınlanmanın önünde engel görmüş,çoğu kapatılmış,bazılarını ise kontrol etme çabasına girilmiştir. Gerçi bunun sebeplerini bu günlerde daha iyi anlıyoruz. Fakat Cumhuriyet ne kadar kontrol etmeye çabalasa da bir çoğu gizli,yer altında,kendini koruyarak faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Taki Özal'lı yıllar, Ülkede Demokrasinin kırıntılarının görülmesi, Ülke yüzünü Dünyaya dönmeye başlamasına kadar.
Gülen cemaati de 80 yıllar öncesi ve o yıllarda daha kapalı bir topluluk idi. İlk yıllarda faaliyet alanı olarak ilahiyat ve yüksek İslam Enstitülerini seçmişlerdi. Said Nursi nin öğretilerini rehber alıyorlardı. Bu öğretinin en belirgin özelliği, pozitif bilimle dini ilimlerin birbirleri ile çelişmeyeceği hatta pozitif bilimin dini ilimleri destekleyeceği fikridir. Diğer nur cemaatleri gibi Gülen cemaatide bu öğreti üzerine inşa edilmiştir. Bu bilgiler ışığında ilk faaliyet alanı olarak ilahiyatlar yani dini ilimler seçilmiş olsada daha sonra pozitif bilimlere doğru bir kayma görülmektedir.Başlarda kişileri pozitif bilimlere teşvikle başlasalarda daha sonraları eğitme işini bizzat üstlenmişlerdir. Kolejler,dersaneler,üniversiteler bunun açık göstergeleridir.
Eğitim işinde ne kadar başarılı olduklarını söylememe gerek yok.Dünyaca kabul görüyorlar.Fakat dahası da var. Eğitimin tüm ülke sathına yayılmasında da büyük katkıları var.Kırsalda eğitimli nüfusun artması Gülen cemaatinin başarılarındandır.
Bu konuyu daha fazla uzatmayacağım. Asıl soruyu soracağım. 40 Yıldır eğitim faaliyetlerinde bulunan ve başarısı ülke ve dünyaca kabul edilmiş bu grubun yetiştirdiği insanlar ne iş yapacaklar? Yani onlara siz şunu olursunuz şunu olamazsınız mı diyeceğiz? Sen böyle düşünüyorsun o halde bunu olamazsın mı denecek? Daha önce tüm siyasi akımlarca desteklenmiş,başarılıda olmuş alanlarında uzman olmuş bu insanlar ne yapacak?
Aklınıza daha önce başörtüsü sorunuyla gündeme gelmiş konu, tam aynı bağlamda olduğu geldi mi? Gelsin çünkü mesele aynı. Hatta bu konu tamda niyet okumak içeriyor ki daha vahim.
Sorun ne nereden çıktı? Birazda ondan bahsedelim. Bu eğitim kurumlarında eğitilmiş insan sayısı epey bir artmıştı. 2002 de de iktidara gelmiş İslamcı kökenden gelenlerinde yetişmiş elemana ihtiyaçları vardı. İşte buluşma noktası bu oldu. Bu buluşma aslında ilk kırılma noktası aynı zamanda. Cemaatin yetişmiş elemanları en azından bazıları konjonktürün verdiği rahatlama ile siyasi iktidara eklemlenme gayretine girdi. o kadar içi içe bir görüntü verildi ki tüm haksız ve hukuksuzluklara bile göz yumar hale gelindiğini hep birlikte gördük. Bence ikballerini siyasi iktidarın ikbali olarak bile gördüklerini düşünüyorum. Yanıldıkları noktada bu oldu. İktidarda onların bu zaafını bir biat olarak algıladı. Onlarda orada yanıldı. Sözün özü cemaat en büyük hatayı siyasete bu kadar eklemlenmekle yaptı.
Peki çözüm ne?
Aslında çözüm çok zor değil,tam anlamıyla Demokrasinin hayata geçmesi.Silaha bulaşmamak,toplum ahlakını bozmamak kaydıyla tüm sivil toplum kuruluşları,dernekler,vakıflar,cemaat ve tarikatların özgürce faaliyetlerini sürdürmesi.Örgütlenme,düşünme ve düşüncelerini yayma hürriyetlerine sahip olması. Kamuda sendikalaşmanın önünün açılması ve fikir hürriyetinin yaşama geçirilmesi. Fikrinden dolayı hiç bir birey yargılanmamalı,kötü muameleye tabi tutulmamalı.
Önerilerim bazılarına çok uçuk gelebilir. Sorun değil.
Andolsun ki yapacağız hemde tüm Dünyada.
Sevgilerimle.
2 Mayıs 2015 Cumartesi
Hangi Dinin Dindarısın?
Bize ilahi dinlerin geliş sebebinin, toplumların ahlak değerlerinin kaybolması ve yeryüzüne kaosun hakim olmasını olarak öğretildi. Bilinen tüm peygamberler,hak ve adaleti,güzel ahlak ve insani değerleri yeniden tesis etmek için tebliğlerde bulunduğu anlatıldı.
Hz. Musa peygamber olmadan önce,Mısırda Firavun,halkı üzerinde gerçek bir kölelik yönetimi kurmuştu. Köleliğin sürmesi için onlara zorla ve işkence ile baskı altında tutma çabasındaydı. O kadar ileri gitmişti ki halkın nüfusunu bile kontrol etme çabası içindeydi. Kendisine ileride tehlike oluşturacağını düşündüğü erkek çocuklarını öldürtüyor,kız çocuklarını ise kendisine hizmet etmesi için sağ bırakıyordu. Kendini Tanrılaştırmıştı.
Bu şartlarda kendisine peygamberlik gelen Hz. Musa vahyedilen on emirden bazıları şunlardı:
-Allah'tan başkasına tapmayacaksın
-Allah'ın adını boşa anmayacaksın
-İnsan öldürmeyeceksin
-Zina etmeyeceksin
-Çalmayacaksın
-Yalan söylemeyeceksin
On emirden anladığımız, o dönemim toplumunda bunların yaygın olması ve vahiy yolu ile bunları insanlığa anlatmak.
Hz. İsa peygamber olmadan önce,yaşadığı Filistin topraklarında ise Dini konular çıkar meselesi haline gelmiş,Kudüs'te mabet ticaret yeri haline dönüştürülmüştü. Dini sınıf, halk üzerinde her türlü baskıyı oluşturuyor,yüksek faizlerle halkı canından bezdiriyordu. Hak ve adalet kavramları kalmamıştı. Güç kimde ise o nun kuralları uygulanıyordu.
Sadece Hz. Meryem'e atılan iftiralar ve Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi hadisesi bile o toplumun içinde bulunduğu sapkınlığı anlamamızda yeterlidir sanıyorum.
Peygamberimiz Hz. Muhammet peygamber olmadan önce Arap yarımadasının hali ise içler acısı bir durumdaydı. Tam bir bedevi toplumlardan oluşuyordu. Başkalarının malı ve ırzını çalarak yaşıyorlardı. O dönemde kan dökmek, büyüklenmek, gurur, zalimlere yardakçılık yapmak, mazlumların haklarını çiğnemek, zina, ölü eti yemek, kan içmek kabul gören davranışlardandı.
En büyük utançlarından biri ise kız çocuğu babası olmaktı. Bu yüzden kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı.
Egemen zümre, din adamlarını ve hukuk bilginlerini denetim altına almış, kalem ve kılıçla istedikleri gibi hükmediyorlardı. Bütün ticari imtiyazlar bu sınıfın elindeydi.
İşte size üç büyük dinin peygamberlerinin hangi ortam ve şartlarda insanlığa gönderildiklerini kısaca anlatmaya çalıştım. Allah, hangi durumlarda insanlığa destek olmak için elçi gönderdiğini yazdım. İnancımıza göre son elçi peygamberimiz olduğuna göre artık bunlardan dersler çıkarmak bizlerin elinde.
Bir o tarihlerde yaşanılanlar bir de günümüzde yaşanılanları kıyas ettiğimizde bana da sormak düşüyor;
Arkadaş, Hangi Dinin Dindarısın ?
Hoşçakalın.
Hz. Musa peygamber olmadan önce,Mısırda Firavun,halkı üzerinde gerçek bir kölelik yönetimi kurmuştu. Köleliğin sürmesi için onlara zorla ve işkence ile baskı altında tutma çabasındaydı. O kadar ileri gitmişti ki halkın nüfusunu bile kontrol etme çabası içindeydi. Kendisine ileride tehlike oluşturacağını düşündüğü erkek çocuklarını öldürtüyor,kız çocuklarını ise kendisine hizmet etmesi için sağ bırakıyordu. Kendini Tanrılaştırmıştı.
Bu şartlarda kendisine peygamberlik gelen Hz. Musa vahyedilen on emirden bazıları şunlardı:
-Allah'tan başkasına tapmayacaksın
-Allah'ın adını boşa anmayacaksın
-İnsan öldürmeyeceksin
-Zina etmeyeceksin
-Çalmayacaksın
-Yalan söylemeyeceksin
On emirden anladığımız, o dönemim toplumunda bunların yaygın olması ve vahiy yolu ile bunları insanlığa anlatmak.
Hz. İsa peygamber olmadan önce,yaşadığı Filistin topraklarında ise Dini konular çıkar meselesi haline gelmiş,Kudüs'te mabet ticaret yeri haline dönüştürülmüştü. Dini sınıf, halk üzerinde her türlü baskıyı oluşturuyor,yüksek faizlerle halkı canından bezdiriyordu. Hak ve adalet kavramları kalmamıştı. Güç kimde ise o nun kuralları uygulanıyordu.
Sadece Hz. Meryem'e atılan iftiralar ve Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi hadisesi bile o toplumun içinde bulunduğu sapkınlığı anlamamızda yeterlidir sanıyorum.
Peygamberimiz Hz. Muhammet peygamber olmadan önce Arap yarımadasının hali ise içler acısı bir durumdaydı. Tam bir bedevi toplumlardan oluşuyordu. Başkalarının malı ve ırzını çalarak yaşıyorlardı. O dönemde kan dökmek, büyüklenmek, gurur, zalimlere yardakçılık yapmak, mazlumların haklarını çiğnemek, zina, ölü eti yemek, kan içmek kabul gören davranışlardandı.
En büyük utançlarından biri ise kız çocuğu babası olmaktı. Bu yüzden kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı.
Egemen zümre, din adamlarını ve hukuk bilginlerini denetim altına almış, kalem ve kılıçla istedikleri gibi hükmediyorlardı. Bütün ticari imtiyazlar bu sınıfın elindeydi.
İşte size üç büyük dinin peygamberlerinin hangi ortam ve şartlarda insanlığa gönderildiklerini kısaca anlatmaya çalıştım. Allah, hangi durumlarda insanlığa destek olmak için elçi gönderdiğini yazdım. İnancımıza göre son elçi peygamberimiz olduğuna göre artık bunlardan dersler çıkarmak bizlerin elinde.
Bir o tarihlerde yaşanılanlar bir de günümüzde yaşanılanları kıyas ettiğimizde bana da sormak düşüyor;
Arkadaş, Hangi Dinin Dindarısın ?
Hoşçakalın.
27 Nisan 2015 Pazartesi
Kendine DEMOKRAT
28 Şubat süreciydi.Biz üniversite öğrencisiydik. O zaman kendini Ülkenin sahibi sananlar,kendi ütopyalarındaki yönetim anlayışını dikte etmeye çalışıyorlardı.Bırakın başörtüsünü, okula sakal bıyıkla gelen akademisyen öğrenci kim varsa kapıdan geri çevriliyordu.
O zamanlar bizim dekan başörtülü bir asistan arkadaşı kütüphaneye kilitlemiş,arkadaş sabaha kadar yardım beklemişti.Olay okulda duyulduğun zaman,kendini Demokrat hisseden herkes okulun girişinde toplanıp olayı protesto etmiştik.O arkadaşların içinde,siyasal İslamcısı,solcusu,sosyal demokratı,demokratı,cemaatçisi geniş kesimden insanlar vardı.O zamanlar biz Ülkenin kötü çocukları ilan edilmiştik.
Halbuki talebimiz, daha fazla özgürlük,daha fazla İnsan hakları,daha fazla Demokrasi idi.
Devir değişti; Yıl 2007 iktidar 5 senedir kendilerini İslamcı kabul edenlerin elinde.Ergenekon davaları yeni başlamıştı. Ergenekon denen örgüt,neredeyse Ülkenin tüm karanlık işlerinden sorumlu tutuluyordu.Emekli muvazzaf askerler,akademisyenler,gazeteciler her kesimden insanlar bu örgüte üye algısı oluşturuluyordu.Hatta bir ara biraz özgürlük diyen olsa hemen darbeci diye yaftalanıyor,her gün yeni bir tutuklanacklar listesi gazetelerde yayınlanıyordu.Bazende tehdit edilip yakında senide tutuklayacaklar deniliyordu.Arkası da geldi zaten,Balyoz,oda tv,casusluk davaları filan.
O zamanlar da kendisini Ülkenin sahibi sanmaya başlayan İslamcı iktidar ve Cemaat, bu davalarda adaletsizlik var,hukuku çiğniyorsunuz,her muhalefet edeni bu torbaya dolduruyorsunuz ve tehditle susturmaya çalışıyorsunuz dediğimizde,siz darbecileri mi savunuyorsunuz diyorlardı.
Bizim yine talebimiz,adil yargılama,özgürlüklerin keyfi kısıtlanmaması,İnsan haklarının çiğnenmemesi idi.
Yıl 2013 Gezi parkı eylemleri başlamıştı.(Bu eylemleri daha sonra yazacağım) İnsanlar yaşam alanlarını ve yaşam şekillerini devletin karışmaması için eylem yapıyorlardı. Artık Ülkenin tek sahibi biziz anlayışı iktidar partisine iyice yerleşmişti.Ülkeyi yönetenler bu eylemleri kriminalize etmek için elinden gelen çabayı harcıyordu. Bizler üniversitede bu eylemleri desteklemekle suçlanıp baskı altına alınmaya çalışılıyorduk.Çünkü eylemlere giden öğrencilerimize izin verdiğimiz söyleniyordu.Hatta tehdit eden yöneticiler görüyorduk.Fikirlerimizin özgürce söylenmesi zor olan zamanlardı.
Tehdit içeren sözler söyleyen bir idareciye;28 Şubat sürecini hatırlatıp,daha öncede özgürlükleri savunan bizler,bu Ülkenin kötü çocukları ilan edilmiştik. demek ki devletin sopası aynı, adece sopayı tutan eller değişmiş. dediğimizde ortam buz kesilmişti.
Oysa ki taleplerimizde değişen bişey yoktu.Daha fazla özgürlük,daha fazla İnsan hakları,daha fazla Demokrasi, Hala daha temel İnsan hakları ve özgürlüklerle Demokrasi çabalarını artması beklenirken Gezi eylemleri kriminalize edilmeye çalışılıyor.
Yıl 2014, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları yapılmış. Anayasa,yasa ve hukuk ayaklar altına alınmış.Yolsuzlukla suçlanan iktidar, İslami bir cemaati suçlu ilan etmiş. Devletin tüm aygıtları ile üstüne gitmiş ve gidiyor. Ayrıca kendisini sol olarak tarif edenler,kendilerini mağdur ettiğini düşündüğü İslami cemaate,yapılan onca hukuksuzluğa rağmen intikam duygusu ve oh olsun edasıyla görmezden gelmekte. Yani kendilerine yapılan hukuksuzluklar bir başkasına yapıldığında destek çabasındalar.
Biz yine, adalet,daha fazla özgürlük,daha fazla insan hakları,daha fazla Demokrasi demeye devam ediyoruz. Bu defa da cemaatçi olarak yaftalanmaktayız.
Bu genç sayılabilecek yaşta, Siyasal islamcı olduk,darbeci olduk,solcu olduk,cemaatçi olduk.Allah sonumuzu hayr etsin bakalım daha neler olacağız.Bir Demokrat olamadık.
Her kesim kendine Demokrat olunca, biz asla Demokrat olamayacağız anlaşılan.
Eyvallah
O zamanlar bizim dekan başörtülü bir asistan arkadaşı kütüphaneye kilitlemiş,arkadaş sabaha kadar yardım beklemişti.Olay okulda duyulduğun zaman,kendini Demokrat hisseden herkes okulun girişinde toplanıp olayı protesto etmiştik.O arkadaşların içinde,siyasal İslamcısı,solcusu,sosyal demokratı,demokratı,cemaatçisi geniş kesimden insanlar vardı.O zamanlar biz Ülkenin kötü çocukları ilan edilmiştik.
Halbuki talebimiz, daha fazla özgürlük,daha fazla İnsan hakları,daha fazla Demokrasi idi.
Devir değişti; Yıl 2007 iktidar 5 senedir kendilerini İslamcı kabul edenlerin elinde.Ergenekon davaları yeni başlamıştı. Ergenekon denen örgüt,neredeyse Ülkenin tüm karanlık işlerinden sorumlu tutuluyordu.Emekli muvazzaf askerler,akademisyenler,gazeteciler her kesimden insanlar bu örgüte üye algısı oluşturuluyordu.Hatta bir ara biraz özgürlük diyen olsa hemen darbeci diye yaftalanıyor,her gün yeni bir tutuklanacklar listesi gazetelerde yayınlanıyordu.Bazende tehdit edilip yakında senide tutuklayacaklar deniliyordu.Arkası da geldi zaten,Balyoz,oda tv,casusluk davaları filan.
O zamanlar da kendisini Ülkenin sahibi sanmaya başlayan İslamcı iktidar ve Cemaat, bu davalarda adaletsizlik var,hukuku çiğniyorsunuz,her muhalefet edeni bu torbaya dolduruyorsunuz ve tehditle susturmaya çalışıyorsunuz dediğimizde,siz darbecileri mi savunuyorsunuz diyorlardı.
Bizim yine talebimiz,adil yargılama,özgürlüklerin keyfi kısıtlanmaması,İnsan haklarının çiğnenmemesi idi.
Yıl 2013 Gezi parkı eylemleri başlamıştı.(Bu eylemleri daha sonra yazacağım) İnsanlar yaşam alanlarını ve yaşam şekillerini devletin karışmaması için eylem yapıyorlardı. Artık Ülkenin tek sahibi biziz anlayışı iktidar partisine iyice yerleşmişti.Ülkeyi yönetenler bu eylemleri kriminalize etmek için elinden gelen çabayı harcıyordu. Bizler üniversitede bu eylemleri desteklemekle suçlanıp baskı altına alınmaya çalışılıyorduk.Çünkü eylemlere giden öğrencilerimize izin verdiğimiz söyleniyordu.Hatta tehdit eden yöneticiler görüyorduk.Fikirlerimizin özgürce söylenmesi zor olan zamanlardı.
Tehdit içeren sözler söyleyen bir idareciye;28 Şubat sürecini hatırlatıp,daha öncede özgürlükleri savunan bizler,bu Ülkenin kötü çocukları ilan edilmiştik. demek ki devletin sopası aynı, adece sopayı tutan eller değişmiş. dediğimizde ortam buz kesilmişti.
Oysa ki taleplerimizde değişen bişey yoktu.Daha fazla özgürlük,daha fazla İnsan hakları,daha fazla Demokrasi, Hala daha temel İnsan hakları ve özgürlüklerle Demokrasi çabalarını artması beklenirken Gezi eylemleri kriminalize edilmeye çalışılıyor.
Yıl 2014, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları yapılmış. Anayasa,yasa ve hukuk ayaklar altına alınmış.Yolsuzlukla suçlanan iktidar, İslami bir cemaati suçlu ilan etmiş. Devletin tüm aygıtları ile üstüne gitmiş ve gidiyor. Ayrıca kendisini sol olarak tarif edenler,kendilerini mağdur ettiğini düşündüğü İslami cemaate,yapılan onca hukuksuzluğa rağmen intikam duygusu ve oh olsun edasıyla görmezden gelmekte. Yani kendilerine yapılan hukuksuzluklar bir başkasına yapıldığında destek çabasındalar.
Biz yine, adalet,daha fazla özgürlük,daha fazla insan hakları,daha fazla Demokrasi demeye devam ediyoruz. Bu defa da cemaatçi olarak yaftalanmaktayız.
Bu genç sayılabilecek yaşta, Siyasal islamcı olduk,darbeci olduk,solcu olduk,cemaatçi olduk.Allah sonumuzu hayr etsin bakalım daha neler olacağız.Bir Demokrat olamadık.
Her kesim kendine Demokrat olunca, biz asla Demokrat olamayacağız anlaşılan.
Eyvallah
11 Nisan 2015 Cumartesi
KORKUYORUM
Korkuyorum. Daha önce hiç olmadığı kadar korkuyorum.
Kaybedecek şeyi olanlar korkar derler. Düşünüyorum kaybedecek neyim var ki korkmaya başladım? Aslında benim korkum kendimle ilgili değil. Mal mülk, makam mevki ile hiç ilgili değil.
Galiba korkum hiçlikle ilgili. İnsanın kendisini tamamlayamamasından kaynaklı bir korku. Ama düne göre bugün daha fazla hissediyorum bu duyguyu. Belki de yaşlılık emareleri.
Korkuyorum çünkü gelecek nesillerimize,çocuklarımıza daha hür,daha müreffeh,daha insanca şartlarda yaşayabilecekleri bir dünya bırakamayacak olmaktan.
Ölmesin hiç bir çocuk, bakın ölmesin diyorum ne kadar geniş tutuyorum. Demiyorum ağlamasın,gözlerine korku dolmasın, ne yiyeceğim,be giyeceğim diye düşünmesin demiyorum.
Utandım kendimden,insanlığımdan. Daha ölmelerinin bile önüne geçememişiz. Kimisi savaşlarda ölüyor Ortadoğuda,kimisi açlıktan ölüyor afrikada, Hatta kimileri sokaklarda öldürülüyor ve biz üstlerinde tepiniyoruz.
Yaşayanları da nasıl bir dünya vaadediyoruz,nasıl ve hangi değerlerle büyütebiliyoruz.
Öldürme diyeceğiz, ama hergün birileri baş kesiyor can alıyor değerim diyerek diyecek.
Çalma,başkasının malına göz dikme diyeceğiz, birileri zevki sefa sürerken aç olanları gösterecek bize.
Yalan söyleme diyeceğiz, dönecek bize diyecek ki sen yalan söylemedin mi diyecek.
Zorda olana yardım et diyeceğiz, ben nerden bileyim belki ben ondan daha zordayım diyecek.
Bilim insanı ol,bilimle uğraş diyeceğiz, bilim burda para etmiyor diyecek.
Sanatla uğraş desek, o kadar zenginmiyiz diyecek.
Yüreğinde sevgi büyüt, barış içinde yaşa diyeceğiz, Hayır benden olmayanı sevemem diyecek.
Korkuyorum işte yaşanılamaz bir dünya bırakıp gitmekten. Güzel şiirler,güzel hikayeler,güzel öğretiler yada güzel oyunlar bırakamamaktan.
Korkuyorum haksızlık karşısında sesimin, nefesimin yetmemesinden.
Tüm benliğimle karşı durmak istiyorum, istismar edenlerin önünde ama yetemiyorum.
Aslında yalnız olmadığımı da biliyorum. bu düşünce biraz ferahlatıyor beni. Ama tek başıma yetemiyorum,yetemeyeceğimi de biliyorum. Birlik olmak lazım örgütlü olmak lazım korkmamak için.
Ve şimdi tüm gücümle sesleniyorum.
SESİMİ DUYAN VAR MI?
Esenlikle Kalın.
Kaybedecek şeyi olanlar korkar derler. Düşünüyorum kaybedecek neyim var ki korkmaya başladım? Aslında benim korkum kendimle ilgili değil. Mal mülk, makam mevki ile hiç ilgili değil.
Galiba korkum hiçlikle ilgili. İnsanın kendisini tamamlayamamasından kaynaklı bir korku. Ama düne göre bugün daha fazla hissediyorum bu duyguyu. Belki de yaşlılık emareleri.
Korkuyorum çünkü gelecek nesillerimize,çocuklarımıza daha hür,daha müreffeh,daha insanca şartlarda yaşayabilecekleri bir dünya bırakamayacak olmaktan.
Ölmesin hiç bir çocuk, bakın ölmesin diyorum ne kadar geniş tutuyorum. Demiyorum ağlamasın,gözlerine korku dolmasın, ne yiyeceğim,be giyeceğim diye düşünmesin demiyorum.
Utandım kendimden,insanlığımdan. Daha ölmelerinin bile önüne geçememişiz. Kimisi savaşlarda ölüyor Ortadoğuda,kimisi açlıktan ölüyor afrikada, Hatta kimileri sokaklarda öldürülüyor ve biz üstlerinde tepiniyoruz.
Yaşayanları da nasıl bir dünya vaadediyoruz,nasıl ve hangi değerlerle büyütebiliyoruz.
Öldürme diyeceğiz, ama hergün birileri baş kesiyor can alıyor değerim diyerek diyecek.
Çalma,başkasının malına göz dikme diyeceğiz, birileri zevki sefa sürerken aç olanları gösterecek bize.
Yalan söyleme diyeceğiz, dönecek bize diyecek ki sen yalan söylemedin mi diyecek.
Zorda olana yardım et diyeceğiz, ben nerden bileyim belki ben ondan daha zordayım diyecek.
Bilim insanı ol,bilimle uğraş diyeceğiz, bilim burda para etmiyor diyecek.
Sanatla uğraş desek, o kadar zenginmiyiz diyecek.
Yüreğinde sevgi büyüt, barış içinde yaşa diyeceğiz, Hayır benden olmayanı sevemem diyecek.
Korkuyorum işte yaşanılamaz bir dünya bırakıp gitmekten. Güzel şiirler,güzel hikayeler,güzel öğretiler yada güzel oyunlar bırakamamaktan.
Korkuyorum haksızlık karşısında sesimin, nefesimin yetmemesinden.
Tüm benliğimle karşı durmak istiyorum, istismar edenlerin önünde ama yetemiyorum.
Aslında yalnız olmadığımı da biliyorum. bu düşünce biraz ferahlatıyor beni. Ama tek başıma yetemiyorum,yetemeyeceğimi de biliyorum. Birlik olmak lazım örgütlü olmak lazım korkmamak için.
Ve şimdi tüm gücümle sesleniyorum.
SESİMİ DUYAN VAR MI?
Esenlikle Kalın.
4 Nisan 2015 Cumartesi
Bağlamından Kopan ÜLKE
Kainatın işleyişi belli kurallar çerçevesinde yürür. Şayet yerçekimi kanunu olmasa idi her şey havalarda uçuşurdu. Yer yüzünün derli toplu durmasını sağlayan, zemin kavramının oluşma sebebi bu güç. Olmadığını hayal edin. İnsanlık diye bir şey olmazdı herhalde.
Cisimlerin bir zemini olduğu gibi, fikirlerin,düşüncelerin ve söylemlerinde bir zemini var. Olmasa fikirlerde bir yere tutunamaz ve havalarda uçuşuyor olurdu. Fikirlerin tutunma zemini ise bilimdir. Şayet bilim fikri tutamıyorsa, fikrin tutunma zemini ise inançlardır. İnançlar hiç bir zaman bilimin önüne geçmez, geçerse o inanç batıl duruma düşer.
Bilim kısaca evreni yada olayları anlamaya çalışırken deney ve gerçekliğe dayanan yasalar çıkaran bilgiler sistemi diye özetlenebilir. Ancak bilim her zaman doğruyu söyler diye bir kural yoktur. Onun için eleştirme yada tartışma önelidir. Yeter ki bilimsel bir zeminde olsun. Bilimsel bir zemine oturmuyorsa orda kaos hakim demektir
Bilime dayanmayan fikir,yasa ve medeniyetler yok olmaya daima mahkumdur.
Tam da sözü bu noktaya getireceğim. Ülkemizin içinde bulunduğu durum aynen budur. Ülke bilimsel zeminden uzaklaşmış bağlamını yitirmiştir. Zemini olmaması, düşünce fikirlerin havada uçuşmasına ve bir kargaşa ortamının oluşmasına sebebiyet vermekte. Bu böyle devam ederse kimse kimseyi anlayamayacak hale geleceğiz. Kardeş kardeşe,dost dosta, akraba akrabaya düşman gözüyle bakmaya başlayacak. Lütfen söylemlerimizin bir zemini olsun.
Bilimsel bir zeminin olmaması düşünce ve söylemlerin havada uçuşmasına ve insanların bilinçsizce taraf olmasına sebep oluyor.Bilimsel zeminde bir fikir söylesen fikrini itibarsızlaştırmak için sen zaten o taraftansın gibi söylemlerle etkisiz kılma çabası var. Herkes birbirine soruyor bu hangi taraftan diye.Düşünme yok,fikir yok, vicdan hiç yok.Ne ara oldu bu toplum böyle anlamak mümkün değil
Taraf olmak kötü bir şey değildir. Ama taraf olmak kutuplaştırıyorsa, birbirinizi dinlemenize ve anlamanızı engel oluyorsa orda bir sorun var demektir. Bu dilden toplum olarak uzak durmalıyız. Çünkü olan yine bize ve bizim insanımıza oluyor. Bundan çıkar devşirenler keyiflerine bakmaya devam ediyorlar.
Bulanık suda balık avlamak diye güzel bir tabir var. Suyun bulanmasına izin vermeyelim. Bilimsel zemini olmayan tartışmaları kaale almayalım. Bilim rehberimiz olsun. Birbirimizi dinleyelim anlamaya çalışalım. Kalıplaşmış cümlelerden çıkalım birilerinin bizden beklediklerini değil,kendi hür irademizle düşüncelerimizi kırmadan söyleyelim.
Son olarak; Bizler çok büyük badireler atlatmış bir toplumuz. Bu badireleride atlatırız. Yeter ki aklımızı bilim, kalbimizi inançla dolduralım.
Hoşçakalın.
Cisimlerin bir zemini olduğu gibi, fikirlerin,düşüncelerin ve söylemlerinde bir zemini var. Olmasa fikirlerde bir yere tutunamaz ve havalarda uçuşuyor olurdu. Fikirlerin tutunma zemini ise bilimdir. Şayet bilim fikri tutamıyorsa, fikrin tutunma zemini ise inançlardır. İnançlar hiç bir zaman bilimin önüne geçmez, geçerse o inanç batıl duruma düşer.
Bilim kısaca evreni yada olayları anlamaya çalışırken deney ve gerçekliğe dayanan yasalar çıkaran bilgiler sistemi diye özetlenebilir. Ancak bilim her zaman doğruyu söyler diye bir kural yoktur. Onun için eleştirme yada tartışma önelidir. Yeter ki bilimsel bir zeminde olsun. Bilimsel bir zemine oturmuyorsa orda kaos hakim demektir
Bilime dayanmayan fikir,yasa ve medeniyetler yok olmaya daima mahkumdur.
Tam da sözü bu noktaya getireceğim. Ülkemizin içinde bulunduğu durum aynen budur. Ülke bilimsel zeminden uzaklaşmış bağlamını yitirmiştir. Zemini olmaması, düşünce fikirlerin havada uçuşmasına ve bir kargaşa ortamının oluşmasına sebebiyet vermekte. Bu böyle devam ederse kimse kimseyi anlayamayacak hale geleceğiz. Kardeş kardeşe,dost dosta, akraba akrabaya düşman gözüyle bakmaya başlayacak. Lütfen söylemlerimizin bir zemini olsun.
Bilimsel bir zeminin olmaması düşünce ve söylemlerin havada uçuşmasına ve insanların bilinçsizce taraf olmasına sebep oluyor.Bilimsel zeminde bir fikir söylesen fikrini itibarsızlaştırmak için sen zaten o taraftansın gibi söylemlerle etkisiz kılma çabası var. Herkes birbirine soruyor bu hangi taraftan diye.Düşünme yok,fikir yok, vicdan hiç yok.Ne ara oldu bu toplum böyle anlamak mümkün değil
Taraf olmak kötü bir şey değildir. Ama taraf olmak kutuplaştırıyorsa, birbirinizi dinlemenize ve anlamanızı engel oluyorsa orda bir sorun var demektir. Bu dilden toplum olarak uzak durmalıyız. Çünkü olan yine bize ve bizim insanımıza oluyor. Bundan çıkar devşirenler keyiflerine bakmaya devam ediyorlar.
Bulanık suda balık avlamak diye güzel bir tabir var. Suyun bulanmasına izin vermeyelim. Bilimsel zemini olmayan tartışmaları kaale almayalım. Bilim rehberimiz olsun. Birbirimizi dinleyelim anlamaya çalışalım. Kalıplaşmış cümlelerden çıkalım birilerinin bizden beklediklerini değil,kendi hür irademizle düşüncelerimizi kırmadan söyleyelim.
Son olarak; Bizler çok büyük badireler atlatmış bir toplumuz. Bu badireleride atlatırız. Yeter ki aklımızı bilim, kalbimizi inançla dolduralım.
Hoşçakalın.
27 Mart 2015 Cuma
İSLAM,Kanayan Yara
İslam coğrafyasına baktığımızda, her taraf savaş, kan, gözyaşı. Daha geçen hafta açıklandı. Dünyanın en yoksul ülkeleri sıralamasının sonlarında yirmiiki tane Müslüman ülke. Yoksul olmayan ülkelerin ise halkları yoksul, yönetenleri zengin.
Dünyada İslam'ın adı terörle, vahşetle, hırsızlıkla anılır oldu. Herhalde bu durumun sebebini İslamiyet'e yıkmak haksızlık olur. Bütün dinlerin özünde barış vardır,huzur vardır,adalet vardır,ahlak vardır. O halde hata nerede?
Aslında bu sorunun cevabını,şimdi medeni dediğimiz, batı tarihinde bulmak mümkün. Hıristiyanlık ilk yayılmaya başladığı zamanlarda, insanlara sadece manevi açıdan etki etme iddiasındaydı. Siyasi hiç bir amacı yoktu. Vicdanları doğru yola sevketmeyi hedefliyorlardı. Onlar için önemli olan Dünyanıın düzeni değil, ruhun ait olduğu Yaratıcının düzeniydi. Topluma güzel ahlakı getirmeyi vaadediyorlardı. Anlaşılacağı gibi, başlangıçta tek istedikleri bağımsız olarak inançlarını serbestçe yerine getirebilecekleri bir artama sahip olmaktı.
Buraya kadar hiç bir sorun yok. Ne zaman ki Hıristiyanlar siyasi olarak örgütlenmelerini tamamladı ve kiliseleri güçlendi işte o zaman yönetimlere ortak olmaya başladı. Hatta tek başlarına yönetme meşruiyetini de ele geçirdiler. İdeologları Devleti tanımlarken, Dünya devleti ve Tanrı devleti diye ayırmış, Dünya devletini tanımlarken acımasız,savaşcı ve baskıcı, Tanrı devletini ise huzur mutluluk ve adaletli diye tasvir etmiştir. Yani Hıristiyanlık öte dünya mutluluğunu sağlamanın yanında bu Dünya mutluluğunu da garanti etme çabası içine girmiştir. Zamanla da Hıristiyan din devletleri meydana gelmiştir.
Bu dönemler, batı toplumları için en karanlık devir olarak tarihte yerini almıştır. Uzun süren savaşlar sonucu birbirleri öldürmüşlerdir. Ta ki aydınlanma başlayıp, Rönesansa kadar sürmüştür. Anca Din ve Devlet işlerini birbirinden ayırdılar daha sonra yaşanabilir bir medeniyet kurabildiler.
Ne tanıdık geldi yaşanılan süreç değil mi arkadaşlar?
Size şu an ki Müslüman ülkelerin içinde bulundukları durumları anlatmayacağım. Bu zaten herkesin malumu. Size bu durumdan nasıl çıkabilirizi anlatmaya çalışacağım.
Bu iletişim çağında Siyasal İslam, İttihadı İslam yani İslam birliği gibi düşünceler masum insanlarımızı kandırmaktan başka bir şey değildir. Bunlar denendi ve maalesef insanlarımıza hiç bir fayda sağlamadığı hatta temiz değerlerimize ne büyük lekeler sürüldüğü görüldü.Bu söylemlerden vazgeçmeli. Bu söylemleri kullanan kişilere de şüpheyle yaklaşmalı. Daha da ileri gideyim bu söylemlerle güç devşirenler, Yaradıcının arkasına saklanıp her tür pisliğe ve ahlaksızlığa bulaşanlar İslam'a en büyük kötülüğü yapanlar olarak görülmeli.
Gerçek anlamda Demokrasi, kişilerin inançlarını özgür bir şekilde yerine getirmesine garanti altına alır. İslam'ın gerçek amacı olan insanların ruhlarına,gönüllerine ve vicdanlarına hitap etme, erdemli bir insan olarak yaşama ve ilahi huzura gönlü rahat çıkma gayesi sonuç bulsun.
İnsanlar bilmelidir ki, ister yöneten olsun,ister yönetilen Allah katında herkes eşittir. Yönetmeye talip olanlar İslamın güzel nasihatlerine kendileri uysalar yeterlidir. Kuran'ın yönetmekle ilgili ilkeleri bellidir. Şura yani meclis, Adalet, Haksızlık yapmamak, Yönetenle yönetilenin aynı olması bir de zorlama yapılmaması ilkeleridir. Bunlara kim uyuyor. Hangi İslam ülkesinde geçerli bunlar.
Ben Müslümanların bir aydınlanmaya ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum. İnançların da çıkış nedenlerine geri dönmesi İnsanlığa ışık tutmasını diliyorum. Ve Tüm otoritelere de kutsal değerlerden kirli ellerini çekmelerini. Temiz,saf değerler, temiz ruhlarla buluşsun.
Daha güzel bir Dünyada buluşmak dileklerimle.
Hoşçakalın.
Dünyada İslam'ın adı terörle, vahşetle, hırsızlıkla anılır oldu. Herhalde bu durumun sebebini İslamiyet'e yıkmak haksızlık olur. Bütün dinlerin özünde barış vardır,huzur vardır,adalet vardır,ahlak vardır. O halde hata nerede?
Aslında bu sorunun cevabını,şimdi medeni dediğimiz, batı tarihinde bulmak mümkün. Hıristiyanlık ilk yayılmaya başladığı zamanlarda, insanlara sadece manevi açıdan etki etme iddiasındaydı. Siyasi hiç bir amacı yoktu. Vicdanları doğru yola sevketmeyi hedefliyorlardı. Onlar için önemli olan Dünyanıın düzeni değil, ruhun ait olduğu Yaratıcının düzeniydi. Topluma güzel ahlakı getirmeyi vaadediyorlardı. Anlaşılacağı gibi, başlangıçta tek istedikleri bağımsız olarak inançlarını serbestçe yerine getirebilecekleri bir artama sahip olmaktı.
Buraya kadar hiç bir sorun yok. Ne zaman ki Hıristiyanlar siyasi olarak örgütlenmelerini tamamladı ve kiliseleri güçlendi işte o zaman yönetimlere ortak olmaya başladı. Hatta tek başlarına yönetme meşruiyetini de ele geçirdiler. İdeologları Devleti tanımlarken, Dünya devleti ve Tanrı devleti diye ayırmış, Dünya devletini tanımlarken acımasız,savaşcı ve baskıcı, Tanrı devletini ise huzur mutluluk ve adaletli diye tasvir etmiştir. Yani Hıristiyanlık öte dünya mutluluğunu sağlamanın yanında bu Dünya mutluluğunu da garanti etme çabası içine girmiştir. Zamanla da Hıristiyan din devletleri meydana gelmiştir.
Bu dönemler, batı toplumları için en karanlık devir olarak tarihte yerini almıştır. Uzun süren savaşlar sonucu birbirleri öldürmüşlerdir. Ta ki aydınlanma başlayıp, Rönesansa kadar sürmüştür. Anca Din ve Devlet işlerini birbirinden ayırdılar daha sonra yaşanabilir bir medeniyet kurabildiler.
Ne tanıdık geldi yaşanılan süreç değil mi arkadaşlar?
Size şu an ki Müslüman ülkelerin içinde bulundukları durumları anlatmayacağım. Bu zaten herkesin malumu. Size bu durumdan nasıl çıkabilirizi anlatmaya çalışacağım.
Bu iletişim çağında Siyasal İslam, İttihadı İslam yani İslam birliği gibi düşünceler masum insanlarımızı kandırmaktan başka bir şey değildir. Bunlar denendi ve maalesef insanlarımıza hiç bir fayda sağlamadığı hatta temiz değerlerimize ne büyük lekeler sürüldüğü görüldü.Bu söylemlerden vazgeçmeli. Bu söylemleri kullanan kişilere de şüpheyle yaklaşmalı. Daha da ileri gideyim bu söylemlerle güç devşirenler, Yaradıcının arkasına saklanıp her tür pisliğe ve ahlaksızlığa bulaşanlar İslam'a en büyük kötülüğü yapanlar olarak görülmeli.
Gerçek anlamda Demokrasi, kişilerin inançlarını özgür bir şekilde yerine getirmesine garanti altına alır. İslam'ın gerçek amacı olan insanların ruhlarına,gönüllerine ve vicdanlarına hitap etme, erdemli bir insan olarak yaşama ve ilahi huzura gönlü rahat çıkma gayesi sonuç bulsun.
İnsanlar bilmelidir ki, ister yöneten olsun,ister yönetilen Allah katında herkes eşittir. Yönetmeye talip olanlar İslamın güzel nasihatlerine kendileri uysalar yeterlidir. Kuran'ın yönetmekle ilgili ilkeleri bellidir. Şura yani meclis, Adalet, Haksızlık yapmamak, Yönetenle yönetilenin aynı olması bir de zorlama yapılmaması ilkeleridir. Bunlara kim uyuyor. Hangi İslam ülkesinde geçerli bunlar.
Ben Müslümanların bir aydınlanmaya ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum. İnançların da çıkış nedenlerine geri dönmesi İnsanlığa ışık tutmasını diliyorum. Ve Tüm otoritelere de kutsal değerlerden kirli ellerini çekmelerini. Temiz,saf değerler, temiz ruhlarla buluşsun.
Daha güzel bir Dünyada buluşmak dileklerimle.
Hoşçakalın.
21 Mart 2015 Cumartesi
Kürt sorunu mu, Terör sorunu mu?
Ülkemizde bu aralar en çok konuşulan konuların başında gelen,En büyü sorun kabul edilen mevzu acaba. Kürt sorunu mu yoksa terör sorunu mu?
Ortada bir sorun var,o halde sorunu iyi analiz etmek,Tıp diliyle doğru tanı koymak sorunun çözümü için en önemli adımdır.
Meseleye ideolojik açıdan bakanlar,bu sorunu tarafgirlikle kimi Kürt sorunu olarak adlandırmakta,kimisi ise terör sorunu olarak görmekte.Malesef çok az bir kesim hem Kürt sorunu var hemde terör sorunu var diyebilmekte.Zannımca da bu sorun hem Kürt sorunu hemde terör sorunudur.O halde sorunun çözümü ele alınırken her iki sorunu ayrı ayrı değerlendirmek,ortak noktalarını tespit etmek,çözümlerini de bu eksende değerlendirip çözümler üretmek zorundayız.
Sorunun adını koyduktan sonra, soruna neden olan etmenler nelerdir,nerelerde yanlış yapıyoruz,neler yapmalıyız ve nereden başlamalıyız sorularının cevaplarını bulmamız gerekir.
Öncelikle bu sorunu bir terör sorunu olarak ele alıp buradan başlamak bize büyük bir hata yaparak başlamamıza neden olacaktır.Çünkü bu güne kadar hep buradan ele aldık.Ve başarısız olduk.Bu günde aynı hatayı yapıyoruz maalesef.Çözümü terör örgütünü muhatap alarak götürme çabası,şu sorunun cevabı ne olabilir,Eline silah almamış bir Kürdün hatası mıdır eline silah almamak?Sizle bu şekilde davranarak eline silah almamış olanları, silahı olanlar karşısında ezmiş olmuyor musunuz?Terör grupları ile tabi ki görüşülebilir,ama tek muhatap aldığınızda bunu kimseye anlatamazsınız.O yüzden bir çözüm arıyorsanız ki aramalıyız.çözümü terör sorununda başlamak yerine Kürt sorunundan başlamalıydık.
Kürt sorunu,aslında her kesimi içine alan,ilgilendiren temel insan hakları,özgürlükler ve Demokrasi sorunu diye adlandırılabilir.Bu Ülkenin sadece Kürtlerinin değil tüm kesimlerin sorunudur.Bence sorunların en büyüğünü kaplar ve kaynağıdır.Çözüm ise zor değildir.Hukukunu ve anayasal kurumlarını evrensel kriterlere göre yeniden düzenlemekten geçer.Anlamlı soru şu,Çözüm bu kadar kolaysa neden çözülemiyor.Cevabı ise,hiç bir otorite bulunduğu konumu kaybetmek istemiyor.Ülke üzerinde değişik hesapları olan iç ve dış hiç bir grupların isteksizliği.Halkın içinde bulunduğu durumun onları ilgilendirmemesi.Değişik hesaplar peşinde olanları örneklendirecek olursak,siyasal İslamcıların ayrı,ulusalcıların ayrı,aşırı sol grupların ayrı hatta kapitalist ve rant peşinde olanların ayrı, örnekleri çoğaltmak mümkün.
Terör sorununu oluşturan en büyük etmen ise az önce bahsettiğim insan hakları,özgürlükler ve Demokrasi eksiliği oluşturmakta.Bu sorun sayesinde terör halk içinde karşılık bulmakta.Aynı zamanda teröre kaynak sağlamakta ve uluslararası düzeyde de meşruiyet sağlamanın zeminini oluşturmakta.Halkla terörün bağını kesmenin yegane yöntemi özgürlüklerin ve demokrasinin önünü sonuna kadar açmaktan geçmekte.Peki terör bu şekilde sonlanır mı? Sonlanacağını sanmam terörü oluşturan diğer bir etmen ise ayrılıkçıların olması.Devlet hayali kuranların teröre desteklemesi.Eski zamanlara nazaran daha az olan bu kesim bu günlerde düşüncelerini revize etmiş özerklik talepleri yerini almış görünüyor.Öyle olsada ayrılmak isteyenler bitmeyecektir.Fakat tabndan fazla destek bulamayan terör marjinalleşmeye mahkumdur.Marjinal gruplarla hukuk içinde mücadele çok zor olmasa gerek.
Sözün özü şu;Bu topraklarda huzur içinde yaşamak istiyorsak,Ülkemizi evrensel hukuk normlarına taşımak ve gerçek bir Demokrasiye kavuşturmaktan geçiyor.Önümüzde engel çok olsa da bir gün mutlaka bu topraklar bunları görecek.
Daha güzel,daha aydın,daha müreffeh,daha yaşanılası bir dünya temennilerimle.
Sağlıcakla kalın.
Ortada bir sorun var,o halde sorunu iyi analiz etmek,Tıp diliyle doğru tanı koymak sorunun çözümü için en önemli adımdır.
Meseleye ideolojik açıdan bakanlar,bu sorunu tarafgirlikle kimi Kürt sorunu olarak adlandırmakta,kimisi ise terör sorunu olarak görmekte.Malesef çok az bir kesim hem Kürt sorunu var hemde terör sorunu var diyebilmekte.Zannımca da bu sorun hem Kürt sorunu hemde terör sorunudur.O halde sorunun çözümü ele alınırken her iki sorunu ayrı ayrı değerlendirmek,ortak noktalarını tespit etmek,çözümlerini de bu eksende değerlendirip çözümler üretmek zorundayız.
Sorunun adını koyduktan sonra, soruna neden olan etmenler nelerdir,nerelerde yanlış yapıyoruz,neler yapmalıyız ve nereden başlamalıyız sorularının cevaplarını bulmamız gerekir.
Öncelikle bu sorunu bir terör sorunu olarak ele alıp buradan başlamak bize büyük bir hata yaparak başlamamıza neden olacaktır.Çünkü bu güne kadar hep buradan ele aldık.Ve başarısız olduk.Bu günde aynı hatayı yapıyoruz maalesef.Çözümü terör örgütünü muhatap alarak götürme çabası,şu sorunun cevabı ne olabilir,Eline silah almamış bir Kürdün hatası mıdır eline silah almamak?Sizle bu şekilde davranarak eline silah almamış olanları, silahı olanlar karşısında ezmiş olmuyor musunuz?Terör grupları ile tabi ki görüşülebilir,ama tek muhatap aldığınızda bunu kimseye anlatamazsınız.O yüzden bir çözüm arıyorsanız ki aramalıyız.çözümü terör sorununda başlamak yerine Kürt sorunundan başlamalıydık.
Kürt sorunu,aslında her kesimi içine alan,ilgilendiren temel insan hakları,özgürlükler ve Demokrasi sorunu diye adlandırılabilir.Bu Ülkenin sadece Kürtlerinin değil tüm kesimlerin sorunudur.Bence sorunların en büyüğünü kaplar ve kaynağıdır.Çözüm ise zor değildir.Hukukunu ve anayasal kurumlarını evrensel kriterlere göre yeniden düzenlemekten geçer.Anlamlı soru şu,Çözüm bu kadar kolaysa neden çözülemiyor.Cevabı ise,hiç bir otorite bulunduğu konumu kaybetmek istemiyor.Ülke üzerinde değişik hesapları olan iç ve dış hiç bir grupların isteksizliği.Halkın içinde bulunduğu durumun onları ilgilendirmemesi.Değişik hesaplar peşinde olanları örneklendirecek olursak,siyasal İslamcıların ayrı,ulusalcıların ayrı,aşırı sol grupların ayrı hatta kapitalist ve rant peşinde olanların ayrı, örnekleri çoğaltmak mümkün.
Terör sorununu oluşturan en büyük etmen ise az önce bahsettiğim insan hakları,özgürlükler ve Demokrasi eksiliği oluşturmakta.Bu sorun sayesinde terör halk içinde karşılık bulmakta.Aynı zamanda teröre kaynak sağlamakta ve uluslararası düzeyde de meşruiyet sağlamanın zeminini oluşturmakta.Halkla terörün bağını kesmenin yegane yöntemi özgürlüklerin ve demokrasinin önünü sonuna kadar açmaktan geçmekte.Peki terör bu şekilde sonlanır mı? Sonlanacağını sanmam terörü oluşturan diğer bir etmen ise ayrılıkçıların olması.Devlet hayali kuranların teröre desteklemesi.Eski zamanlara nazaran daha az olan bu kesim bu günlerde düşüncelerini revize etmiş özerklik talepleri yerini almış görünüyor.Öyle olsada ayrılmak isteyenler bitmeyecektir.Fakat tabndan fazla destek bulamayan terör marjinalleşmeye mahkumdur.Marjinal gruplarla hukuk içinde mücadele çok zor olmasa gerek.
Sözün özü şu;Bu topraklarda huzur içinde yaşamak istiyorsak,Ülkemizi evrensel hukuk normlarına taşımak ve gerçek bir Demokrasiye kavuşturmaktan geçiyor.Önümüzde engel çok olsa da bir gün mutlaka bu topraklar bunları görecek.
Daha güzel,daha aydın,daha müreffeh,daha yaşanılası bir dünya temennilerimle.
Sağlıcakla kalın.
12 Mart 2015 Perşembe
B-ANAYASA-K
Yeni bir memleket kurmalı,evet yeni bir medeniyet.
Ama nerden başlamalı.Bilirsiniz başlangıçlar hep önemlidir.Nasıl başlarsan öyle devam edersin.
Yeni bir Anayasa deniliyor,evet olabilir.Yeni bir Anayasa yeni bir memleket için bir başlangıç. Herkesin insanca yaşayabileceği,insanın bir değerinin olduğu,özgürlüklerin alabildiğine yaşandığı,evrensel hukuk düzeninin ve değerlerinin hakim olduğu,çocuklarımızın geleceği için endişe duymadığımız,devlet ve kurumlarının sadece halkına hizmet etmesini sağlayacak bir Anayasa.
Yeni bir Anayasadan başlanabilir o halde.Ama bu standartlarda bir Anayasayı yapacak iradeyi oluşturmak hepsinden önemli. Çünkü hiç bir otorite bulunduğu konumu korumaktan vazgeçmez. Ancak otoriteyi çoğulcu bir yapıya dönüştürebilirsek bu mümkün. Demokrasiler bu sorunu halka sorarak çözmüşler,yani seçimlerle.Bizdeki seçimlerin sorunu ise yüzde on seçim barajı ve parti liderlerinin o partide herşeye karar vermesini sağlayan siyasi partiler yasası.
Yeni ve özgürlükçü bir Anayasanın olmazsa olmaz kuralı Anayasa yapacak meclisin,toplumun tüm kesimlerini yansıtan bir meclis olma zorunluluğu. Olmadığı takdirde yapılan Anayasa çözüm yerine çözümsüzlük,barış yerine huzursuzluk ve kaos getirir. Bunun içinde yüzde on seçim barajı ve siyasi partiler kanunu değişmeden yeni bir Anayasa yapmak Ülkeyi daha büyük bir kaosun içine atmak demektir.
Dörtyüz milletvekili verin yeni bir Anayasa yapalım mantığı tamamen sakat ve otorite bir mantığın ürünü. Bu şekilde yapılacak bir Anayasa ne kalıcı olabilir nede sorunlara çözüm. Hatta çatışma ve ayrışmaları beraberinde getireceği kaçınılmazdır. Toplumsal huzuru da kesinlikle bozacaktır. Bu Anayasa dan çok banayasa olacaktır.
Sonuç olarak düşünüldüğünde 7 Haziran seçimleri sonrası sağlıklı bir yeni Anayasa çıkma ihtimali yoktur.Ancak yeni oluşacak meclis seçim barajı ve siyasi partiler yasasını değiştirip tekrar bir seçim kararı alabilirse bu mümkün.Fakat bu günkü reel politik durum ise bunu imkansızlaştırıyor.En azından bana umut vermiyor.
Ama öyle yada böyle yeni bir Anayasa için yeni bir nesil gelmekte bunu görüyorum. Gençlerimiz güzel bir dünya kuracaklar Onlara inancım tam. HOŞCAKALIN
Ama nerden başlamalı.Bilirsiniz başlangıçlar hep önemlidir.Nasıl başlarsan öyle devam edersin.
Yeni bir Anayasa deniliyor,evet olabilir.Yeni bir Anayasa yeni bir memleket için bir başlangıç. Herkesin insanca yaşayabileceği,insanın bir değerinin olduğu,özgürlüklerin alabildiğine yaşandığı,evrensel hukuk düzeninin ve değerlerinin hakim olduğu,çocuklarımızın geleceği için endişe duymadığımız,devlet ve kurumlarının sadece halkına hizmet etmesini sağlayacak bir Anayasa.
Yeni bir Anayasadan başlanabilir o halde.Ama bu standartlarda bir Anayasayı yapacak iradeyi oluşturmak hepsinden önemli. Çünkü hiç bir otorite bulunduğu konumu korumaktan vazgeçmez. Ancak otoriteyi çoğulcu bir yapıya dönüştürebilirsek bu mümkün. Demokrasiler bu sorunu halka sorarak çözmüşler,yani seçimlerle.Bizdeki seçimlerin sorunu ise yüzde on seçim barajı ve parti liderlerinin o partide herşeye karar vermesini sağlayan siyasi partiler yasası.
Yeni ve özgürlükçü bir Anayasanın olmazsa olmaz kuralı Anayasa yapacak meclisin,toplumun tüm kesimlerini yansıtan bir meclis olma zorunluluğu. Olmadığı takdirde yapılan Anayasa çözüm yerine çözümsüzlük,barış yerine huzursuzluk ve kaos getirir. Bunun içinde yüzde on seçim barajı ve siyasi partiler kanunu değişmeden yeni bir Anayasa yapmak Ülkeyi daha büyük bir kaosun içine atmak demektir.
Dörtyüz milletvekili verin yeni bir Anayasa yapalım mantığı tamamen sakat ve otorite bir mantığın ürünü. Bu şekilde yapılacak bir Anayasa ne kalıcı olabilir nede sorunlara çözüm. Hatta çatışma ve ayrışmaları beraberinde getireceği kaçınılmazdır. Toplumsal huzuru da kesinlikle bozacaktır. Bu Anayasa dan çok banayasa olacaktır.
Sonuç olarak düşünüldüğünde 7 Haziran seçimleri sonrası sağlıklı bir yeni Anayasa çıkma ihtimali yoktur.Ancak yeni oluşacak meclis seçim barajı ve siyasi partiler yasasını değiştirip tekrar bir seçim kararı alabilirse bu mümkün.Fakat bu günkü reel politik durum ise bunu imkansızlaştırıyor.En azından bana umut vermiyor.
Ama öyle yada böyle yeni bir Anayasa için yeni bir nesil gelmekte bunu görüyorum. Gençlerimiz güzel bir dünya kuracaklar Onlara inancım tam. HOŞCAKALIN
27 Şubat 2015 Cuma
DREYFUS DAVASI
Bizler gerçek Aydın'ı Dreyfus Davası ile tanıdık.Bir yanda devlet,kilisesi,ordusu,medyası,önünde el pençe divan durmaya alışmış kurumları,diğer yanda hakka ,adalete,özgürlüğe susamış bir avuç aydının davasıyla.
Aydın'ın tanımından çok, vasıfları, misyonu ve görevlerinden bahsetmek daha gerçekçi olur. Asla bir hizibin sözcülüğüne kalkışmamalı. Hakim sınıfın çıkarlarını korumak,onların ideolojilerini ayakta tutmak, toplumları sınıflara ayırmak,imtiyazları devam ettirmek değil, toplumları uyarmak,bilgilendirmek ortak noktalar aramak olmalıdır.
Aydın'ın il vasfı dürüstlük olmalı,İnsanlığın çıkarını her türlü çıkardan üstün tutmalıdır. Malesef bizde görünen Aydın profili, kendini haklı çıkarmak,menfaatlerini devam ettirmek için her yolu mübah saymakta.
Yeri gelmişken Kostler'i hatırlatmakta fayda var:"Keyfi yerinde olanların düşünmeye ne ihtiyaçları var."der. Ezilen büyük çoğunluğun ise düşünmeye ne zamanı ne de imkanı var.Keyfi yerinde olan Aydınımız halkı kendi kaderlerini terk etmiş,kendi akıbetlerinin peşine düşmüşlerdir.
Aslolan, geleceğimize güzel bir miras bırakmak ise, Aydının önünde iki yol var. Ya kurulu düzenin yalanlarına bilimselleştirme ve hakikatleri çarpıtmaya devam etmek. Ya da İnsanlığın yüzüne hakkı ve hakikati hiç bir korku olmadan ne pahasına olursa olsun haykırmak olmalıdır.
Bu çağa da yeni bir dreyfus davası nın zamanı gelmiştir diye düşünüyorum.
Selamlar.
Aydın'ın tanımından çok, vasıfları, misyonu ve görevlerinden bahsetmek daha gerçekçi olur. Asla bir hizibin sözcülüğüne kalkışmamalı. Hakim sınıfın çıkarlarını korumak,onların ideolojilerini ayakta tutmak, toplumları sınıflara ayırmak,imtiyazları devam ettirmek değil, toplumları uyarmak,bilgilendirmek ortak noktalar aramak olmalıdır.
Aydın'ın il vasfı dürüstlük olmalı,İnsanlığın çıkarını her türlü çıkardan üstün tutmalıdır. Malesef bizde görünen Aydın profili, kendini haklı çıkarmak,menfaatlerini devam ettirmek için her yolu mübah saymakta.
Yeri gelmişken Kostler'i hatırlatmakta fayda var:"Keyfi yerinde olanların düşünmeye ne ihtiyaçları var."der. Ezilen büyük çoğunluğun ise düşünmeye ne zamanı ne de imkanı var.Keyfi yerinde olan Aydınımız halkı kendi kaderlerini terk etmiş,kendi akıbetlerinin peşine düşmüşlerdir.
Aslolan, geleceğimize güzel bir miras bırakmak ise, Aydının önünde iki yol var. Ya kurulu düzenin yalanlarına bilimselleştirme ve hakikatleri çarpıtmaya devam etmek. Ya da İnsanlığın yüzüne hakkı ve hakikati hiç bir korku olmadan ne pahasına olursa olsun haykırmak olmalıdır.
Bu çağa da yeni bir dreyfus davası nın zamanı gelmiştir diye düşünüyorum.
Selamlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)